23. Sayı
Öyküler
Kalemsiz yakarışların teselli işaretiydi. Gözleri her sabah başka bir kişinin gözleri oluveriyordu. Sonra gözyaşları benliğini ele verirdi. Acemi ama bir o kadar da cüretkâr adımları vardı. Kızgınlığının matemi merhameti ile beraberdi. Kalburüstü yalnızlıkların ele avuca sığmayan çocuğuydu. Bir sultan fakirliğine uzanırdı avuçları. Aslında var mıydı? Belki de yoktu. Bir serçenin kanatları gölgesinde ruhuna selam verirdi. Dünyada doğan ve gelişen her çiçeğin kokusunda onun da izi vardı. Ömrünün başrolünü başkaları çalmıştı. Kabahatlerinin yorganına sıkıca sarıldığı zamanları vardı. Yarım kalmış bir fincan kahvenin hüznünü himaye ederdi. Bütün telaşını merdiven boşluklarında bırakmıştı. Özel günlerin samimiyetsiz kutlamalarına ifrit oluyordu.
Bir arkadaşı vardı. Afili, asabi ve bir o kadar da heyecan verici idi. Menekşe Sokak’ta otururdu. Ya da Hasret Sokak da olabilirdi, hatırlamıyordu. İhtiyar annesi ile otururdu. Her akşam arkadaşının perdesine konuk olurdu. Düşlerini salıverirdi, oturdukları sokağa. Pencere köşelerinde yağmur öncesi yıldırımları seyrederdi. Gecenin karanlığında masasının başına otururdu. Havalar soğuk gidiyordu. Oturduğu sandalyeden ayaklarını sarkıttığında ayak bilekleri açılırdı. Ayak bilekleri, hüznün dağlarını aşıp, gaflet rüzgârını yere çalıp umuda doğru yol alırdı. Ama kimse görmezdi. Kimsecikler bilmezdi. Bitmiş kahve fincanına gözü takılırdı. Mutfağa gitmeye üşenirdi. Nefes alışverişi bile kâinata bir mesajdı. Pencereye kalktığı zaman, dışarıda yol kenarlarında ihtişamıyla duran ağaca bir selam çakmayı da ihmal etmezdi.
Bazı günler, telifli ihtirasların kucak dolusu deniz kabuklarında kendini bulurdu. Aceleci değildi. Duygularında ölçülmez bir feragat örneği vardı. Sakin hayatların daha fazla gönüle dokunduğunu düşünürdü. Haksız da sayılmazdı hani. Aslında kabul ediyordu, huysuz olduğunu. Bu yüzdendir ki odasının içerisinde bulunan her şey ile kavgalıydı. Yastıkların rengiyle, halının deseniyle, avizenin uyumsuzluğuyla ve daha sayamadığımız nicesiyle kavgalıydı. Bazen odasının tam orta yerine oturur ve ayaklarını seyrederdi. Doğduğu günden bu yana kaç adım atmıştı acaba? Bilmiyordu. Dışarıdan çoğu zaman sesler gelirdi. Odası işlek bir sokağa bakardı. Bu yüzdendir ki seyyar satıcı, ağlayan çocuk, kocaman araç sesleri ve en önemlisi de aç dolaşan bir anne köpeğin sesini işitirdi. Dünyanın ne kadar acımasız olduğunun pek çok tezahürü olsa da o anlık bütün acımasızlıklar anne köpeğin sesinde birleşiyordu.
Aylardan hazirandı. Ama haziran gibi bir ay geçirmiyordu. Bilmiyordu. Belki de zaman tüm hızıyla akıp giderken o başka bir ayda takılıp kalmıştı. Havası, suyu ve insanı hiç haziran ayına benzemiyordu. Aslında günler, aylar ve hatta yıllar onun zaman kavramında hiçbir şey ifade etmiyordu. Hayatını belirli durumlarda istihdam etmişti. Saçma bir boyutta olabilirdi. Evet, kendisi de bunun farkındaydı. Yine de herkesin bir zamanı vardı. Onun zamanı ise çizgi film karakterli çoraplarında gizliydi. Epey bir süredir bu hâldeydi. Hayatının olay örgüsü kaybolmuştu. Sebep-sonuç ilişkisi, zamanı ve mekânı onu terk edeli asabi, huzursuz ve acemi tavırlar içerisine girmişti. Bazen yüz yıl önceki bir kitapçının raflarında parmaklarının gezindiğini düşünürdü. Bazı zamanlar da kendisini ilk meclis açılırken içerideki bütün masa ve sandalyeleri tek tek itinayla silmiş gibi yorgun argın fakat bir o kadar da gururlu hissederdi. O, mahallesinin olmazsa olmazı, edebiyat kitaplarının can alıcı cümlesiydi. Vardı. Belki de yoktu.