29. Sayı
Öyküler
Mevsim yaza dönüyor, yeşilin tazeliği yerini sarının canlılığına bırakıyordu. Havada ve bedenlerde hissedilen ılık, nemli ve incecik ter kokuları birbirine karışmış bekleşenler “Bir pencere mi açsak?” der gibi birbirlerine bakıyordu.
Tatil zamanları da dahil, kliniğin sakin olduğu nadiren görülürdü. Gerek Hikmet Bey’in akademik camiada tanınırlığı, gerekse birçok nazlı gebeyle her gün sabırla mücadele etme becerisi onu aranır bir hekim yapmıştı yıllar içinde.
Bahar iş yerine geldiğinde genellikle huzurlu hissederdi. 14 yıldır bu klinikte çalışıyordu. Bu huzur halini, bir gün büyük kızına “Son hasta çıktığında kendime yaptığım kahve, dünyanın en güzel kahvesi... İşte günün en huzurlu anı o. “ diye bahsetmişti.
Burada çalışmaya başlamadan önce kızlarına bakıyordu. Kendi işlerini kendileri görene kadar yanlarında olmalıydı. Bu salt onun fikri değildi elbet. Yalnızdı. Yalnız her kadın gibi işlerini sıraya koymak zorundaydı. Onun yerine yapılması gerekenleri yapacak tek kişi, sıkıştırılmış zamanlarda yine aynı işi yapan kendisiydi. Bazı yapılması gerekenler ise bu listeye hiç giremedi. Mesela komşuda sakince içilen bir fincan çay, koşturmadan yapılan bir alışveriş ya da yanında ağız dolusu gülünen bir sevgili sohbeti…
Şimdilik hayatının en içten gülümsemesi klinikte sabah erkenden yerleri paspaslarken geliyordu yüzüne. Evi gibi temizliyor, misafir ağırlar gibi karşılıyordu hastaları.
Siyah kıvırcık saçlı kız da aynı yeşil mevsimden, sarı yaza geçmiş, şimdi tam karşısında oturuyordu Bahar’ın. Şaşkın bir halde girmişti içeri zaten. Dokunduğu her yer hareketleniyor gibiydi. Eli istemsizce karnına gidiyor, dokunup geri çekiyordu. Hiç şüphesi yoktu. Karnının içinde büyüyen yeni dünyayla konuşmuş, helalleşmişti. Aldıracaktı. Onlar çözmüştü bu meseleyi, de… Ya gönül meselesi? Onun biraz vakti vardı anlaşılan. Kaydını şimdi yaptıracaktı galiba. Ama gözleri mum alevini andıran titreklikle bir yeri, bir bankoyu, arada bir de renk renk, desen desen elbiselerle heyecanlarını giydirmiş, cıvıldaşan gebeleri yokluyordu. Endişeli ama coşkun göründüler gözüne. Sıra ona gelmiş, bankoya doğru yönelmişti. Bahar’a baktı. Göz kenarlarındaki çizgilere bir de, belli belirsiz... Ne diyeceğini bilememişti. “Aşık mı oldum?” deseydi. “Kalbim ağrıyor.” bir cevap mıydı bankodaki kadın için. “Sevdim ve bir parçası ben de kalsın istedim.” deseydi evraklara yazdıramazdı herhalde bunu. Masadaki tüm kalemler, zımbalar ve renkli silgilerde gezindi bakışları. En son Bahar’a baktı tekrar göz ucuyla:
-Kimliğimi veriyorum değil mi?
-Gerek yok. İsim neydi sizin?
-İlkyaz… İlkyaz Taşçı.
Bahar gözlerini kliniğe girdiğinden beri ilk kez dümdüz İlkyaz’a döndürmüştü. Merhamet, öfke, sevgi, masumiyet, İlkyaz, yazın ilk günleri kucağına düşen bebek… Hepsi ateş olmuştu gözlerinde. Kimseyi yakmayan bir ateş… Sade, kollayan, kıyamayan, kıymayan, cabbar bir hava hakimdi boğazının içinden çıkmaya hazırlanan sözcüklere. Elinde tuttuğu kâğıdı İlkyaz’a uzatırken:
-Hikmet Bey sizi yönlendirecek şimdi. İçeri girin, sonra uğrayın yine bana
Kâğıdı aldı İlkyaz.
Nasıl da ürkek göründü Bahar’a İlkyaz şimdi. İçi sıkıştı. Sonra hızlıca geçti. İnsanın çocukluktan yetişkinliğe ermesi bazen nasıl da sarsıcı diye düşünürken, kendini düşündü elbet. O da bir nefeste büyümemiş miydi? Tek bir nefes, uzun bir teneffüs, büyülü bir kaçış ve peşi sıra umutlar... İşte şimdi buradaydı. Kadercilik değildi bu, seçimlerin ardından önüne bakmak ve yol almak… Hatta oyunu kurallarına göre oynamaya başlamak diye geçirdi içinden.
Nasıl da güçlü göründü İlkyaz’a Bahar bir an. Yüzünün tüm çizgileri tanıdık ve güçlü. Biraz daha yaklaşsa kendini görürdü. İçi ferahladı sonra. “Başka kanatlar da gerekebilir.” diye geçirdi içinden uçmayı öğrenmek için. Bazen altına girip koca dünyadan saklanmak için. Fırtınalardan korunmak için. Bazen, dedi göz ucuyla değil işte o his ucuyla yaşamak gerekeceği için. Döktü kendini kendine. İçi ferahladı.
Başı biraz daha dikti şimdi. Muayenehaneye yöneldi elindeki kağıtla.
Bahar gördü dimdik içeri girişini İlkyaz’ın. Uzun uzun seyretti. O girdikten sonra da bakışları o yönde asılı kaldı bir müddet.
Son hasta çıkmamıştı ama, bir kahve yapmak istedi kendine. Mutfağa gitti. Hemşire kızlardan birinin telefonu bağlı kalmıştı hoparlöre. Yazımı kışa çevirdin diyordu türkü. Kapattı. Kahveyi yaptı.
Yerine geçerken bir yaz yağmuru her şeyi yıkar gibi vurdu pencerelere. Yılın ilk yaz yağmuru dedi içinden yerine geçerken.
Ve İlkyaz çıktı içerden. Bankoya geldi. Elindeki küçük başka bir kâğıdı Bahar'a göstererek, biraz alçak sesle;
-Çarşamba gününe gün verdi Hikmet Bey. Sen de geleceksin değil mi anne?