Kendini Arayan Adam

Yazar

Buğra Akbağ

25. Sayı

Öyküler

Şehirlere çıkıyorum. Pis kokulu, kirli, ıslak, soğuk…
En çok da karanlık olan şehirlere.
Kendimi arıyorum köşe bucak;
Bir gözü kör kuyruksuz kedilerin yanında;
Hayat kadınlarının ağızlarından öptürdüğü duvarların ardında;
Köşebaşlarında haraç kesen piçlerin dibinde;
Sarhoşların, ayyaşların tekme tokat kovulduğu meyhanelerin önünde arıyorum.
Harflerinin bir ikisi sönmüş uğursuz taksi duraklarından birine dalıp
Soruyorum bir adres gibi kendimi,
Karşının aksisi çıkıyor taksici, uykulu açgözlülüğünden anlıyorum.
Sokaklara çıkıyorum, yolda ateş soran itin uğursuzun birine soruyorum bir saat gibi kendimi.
Sigara kullanmamış olmama içerlemiş olacak ki yüzüme bile bakmadan voltasını alıp kaçak tütün kokulu sarma sigarasını cebine atıyor.
Sahi ben bu kaçak tütün kokusunu nereden biliyorum?
Yüzü façalı olduğu için kendini korkutucu zanneden bir bar fedaisinin yanına yanaşıyorum.
Daha beni dinlemeden ittiriyor bir parmağı eksik eliyle.
Parmaksız eli yüzünden daha korkutucu geliyor bana tökezliyorum.
Kendine dost tutmuş diye bahsedilen evli erkek dedikodusundaki pek de dost yüzlü olmayan, olduğundan yaşlı gösteren, bir yığın makyajın ardında bile yorgun gözleri belli olan, bir konsomatrisle karşılaşıyorum.
Daha kendimi sorma ya fırsat bulmadan "orospu değilim lan ben" diye sallıyor sustalısını bana.
Kendimi anlatmaya çalışmadan demir alıyorum yanından.
Ben kendimi ararken elin hiç tanımadığım "orospu değilim lan ben"ine nasıl anlatayım kendimi.
Yanımda aniden bir çöp arabası duruyor, pis bıyıklı bir çöpçü, çay demlerini portakal kabuklarını kirli bebek bezlerini döke saça atıyor arabaya çöpleri. Sonra günde 12 saat çalıştığı arabanın arkasında ilk defa bir şey midesini bulandırmış gibi ekşimiş bir suratla tükürüyor dışarı.
Bunu bana yapılmış bir hakaret sayıyorum.
Diyorum "oh demek ki çok uzakta değilim, yaklaşıyorum."
Kentsel dönüşüm beklerken her bir depremde enkaz altında üçer beşer ölenler mahallesinden geçip
Her yağmurda evinin içinde boğulanlar deresinin dibine iniyorum. Havadaki karbon monoksit oranı maaşını ay sonuna yetirmeleri ile ters orantılı hanelerin yoğun olduğu bir yerde yolumu kaybediyorum.
Sahi ben nereye gidiyorum?
Peşime bir kez olsun başları okşanmamışlıkları hırçınlıklarından belli olan sokak köpekleri takılıyor. Bir ikisi hırlasa da karşılıklı olarak birbirimizden korktuğumuzu hepimiz biliyoruz.
Bir ağız dolusu sövüp yoluma bakıyorum. Bu kararım bir konsensüs kabul ediliyor ve hepimiz kendi yolumuza gidiyoruz.
Sahi benim yolum neresi?
Keşke köpeklere sorsaydım diye hayıflanıyorum. Onlar ki bu sokakları karış karış havlamıştır. İllaki almışlardır kim olduğumun kokusunu.
Biraz ileride cami önündeki banklarda yatan evsizleri görüyorum.
Allah'ın evi değil miydi burası diye bir düşünce alıyor; neden içerde değil de kapı önünde yatıyorlar. Demek ki Allah bugün evde yok diyip ses etmeden, tek tük gördükleri rüyalarını bölmeden, parmak ucumda geçiyorum yanlarından.
Ev yapımı boğma rakı yapıp satan, rakısı yaptığı tıraşlardan daha iyi olan, vitrininde değil mahalleye ülkeye uğramamış hollywood aktörlerinin resmi olan kardeşler kuaför yazılı berberin önünden geçerken duruyorum. Hâlbuki bu isim, içine üç beş tane - daha kimsenin bir kez bile eline bile almadığı- sararmış korsan kitap koyulduğu için kıraathane sayılan bir kahvehanenin ismi olmalıydı diyorum.
Kahvehanenin demirbaşı haline gelmiş, yetmişlerde, kahvehane taramalarından ve seksenlerde, postalların altında ezilerek yasaklı kitap yakma şenliklerinden sağ kurtulmuş olan kitaplara saygım artıyor. Sendika sarısı kapaklarında, apolitik kara alın yazısı renginde kocaman teksas tommiks yazısı gözümün önünde geliyor.
Yeterince soluklandığımı düşünüp mahalle halkının birini kazıkçı diğerini çürükçü diye adlandırdıkları Şentürk bakkaliyesi ve vitrini mavi muşamba kaplı Toros Manavını geçip tüm yolunu kaybedenler gibi istemsizce sağa sapıyorum. Kapısında yitik bir ülke ismi gibi kocaman kabristan yazan yöre mezarlığının içinden geçiyorum. Ailelerinin kendilerini bir gösteriş aracı olarak kullandığından habersiz burada yatan kabristan ülkesi sakinleri acaba bu hepsi birbirinden şatafatlı mermerlere işlenmiş koca koca puntolarda isimleri yazılı mezar taşlarını görseler ne düşünürlerdi acaba. Mezarlığın içinden yürürken buradaki ağaçların daha gür olduğunu fark ediyorum. Hayırsız mirasyedilerin timsah gözyaşları bol azotlu demek ki diye yarım ağız gülümsüyorum. Mezarlıktan çıkıp kış aylarında soba dumanları yüzünden hep gri yağan karlarda kayan çocukların çok leğen eksilttiği yokuştan aşağı iniyorum.
Belediye kanalizasyon yapmadığı için kendi başlı başına bir lağıma dönüşmüş, fosseptik kokan gecekonduların yanından geçerken Fransızların şemsiyeyi icat etmesine nedenini açıklarken gevrek gevrek gülen tarih hocam şemsi bey aklıma geliyor. Şemsettin isminin daha kolay okunanı diye mi yoksa kulağa daha güzel gelen hali mi düşünerek koymuşlardı hiçbir fikrim yok. Lise anılarım da aklıma geldiğine göre epeyce yaklaşmıştım. Birazdan, solaklığımı bana okulda ısrarla sağ elle yazdırarak engelleyeceğini sanan ilkokul öğretmenim ateşibololsun Semiha hanım'a inat ev ödevlerimin hepsini sol elle yapan, dünya tarihinin değilse bile, okul tarihinin ilk Spartaküs’ü olarak göğsümde okul adı işlemeli gri hırkamla uykulu gözlerle okula gittiğimin anısı çıkagelir.
Arzın Merkezine gitmek için sönmüş yanardağın içine giren o roman kahramanları gibi ben de kim'liğimin merkezine yola çıkmıştım. Anıları geride bırakıp son bir umut herkesin adının geniş uçsuz bucaksız caddelere, koca koca binalara verildiği yere geldim. Işıklı, ışıksız, yaldızlı ya da aynalı harflerle yazılmış tabelalarda aradım kendimi. Hiçbir yerde yoktum. İsminin tabelada yer alması için insanın bir kahramanlık yapması mı gerekli diye düşündüm. Bildiğim kadarıyla ne doğduğumda çiğ et yiyip kımız içmiştim, ne de çocukluğumda bir boğayla güreşmiştim. Bu iş yaş kendimi bulamayacağım diye düşüren uzakta bir sokak tabelası gözüme çarptı. Demek ki ben de kendince bir kahraman sayılırdım. Bir ülkeyi değilse bile pekâlâ nahiyeyi düşman işgalinden kurtarmış olmalıydım. Sokak tabelasına yaklaştıkça adımı gördüm. Gözlerim parladı. Demek bunca yol boşa değildi. Kimsenin beni çağırmadığı bu yolda kendimin peşime düşmüştüm. Bonapart'ın Zafer Takı'nın altından geçtiği gibi gururlu ve başım dik yürüyerek yaklaştım yanıp sönen sokak lambasının altındaki tabelama. Artık ben kimdim öğrenecektim. Belki üç şeritli cadde değildi ama pekâlâ buraların en önemli en işlek sokağı olabilirdim ben de. Gözlerimi kısarak okudum: Timur Çıkmazı...