26. Sayı
Öyküler
Derin sessizlik meydanındayım. Bu sessizlik, yıkıcı ve tahammülsüz noktalara uzanıyordu. Bir mesaj geldi. Yetmedi, bir tane daha. Sonra bir cızırtı koptu telefondan. Arayan yine oydu. Biraz bekledim. Bir mesaj daha geldi. “Müsait deÄŸil misin?” diye yazmıştı. Cevap vermedim. Bitmek tükenmek bilmeyen çaÄŸrılara bir yenisi daha eklendi. Sonra bir tane daha. Telefonumu elime aldım. Sıkılmış deÄŸilim. Her telefon çaldığında, bedenimi tarifsiz bir burukluk kaplıyordu. Utanç deÄŸildi. Bir beklentim dahi yoktu. Mesajına cevap verme gereksinimi içerisinde buldum kendimi. Mesaj kutusunu açıp, “Müsait deÄŸilim, döneceÄŸim.” diye yazıp gönderdim. Fazla bir süre geçmemiÅŸti ki, bir cızırtı daha koptu. Ardından bir mesaj furyası daha eklendi bütün bu olanlara. Çok sıkılmıştım. Hayatım ikiye hatta üçe bölünmüÅŸtü. Gelen son mesajı açmak için cesaretimi topladım. Sırasıyla mesajları açtım. “Bir daha söz, seni rahatsız etmeyeceÄŸim. Hesap numarama atabildiÄŸin kadar para atmalısın.” diye yazmıştı. Dağılmış bir vaziyetteydim. Bu nasıl olabiliyordu? Anlatması uzun ve güçtü. Abim ve batakhane ikilemi arasında sıkışmış kalmıştım. Abimin bu kaçıncı son deyiÅŸi idi? Yalnızlığa, aÄŸzına ne geldiyse saydıran gelenekçi ruhun hırçınlığı vardı üzerimde. “Son” diye tabir edilen kelime, abimin literatüründe tekrar manasına mı geliyordu? Her son bir tekrar kazandırırdı zaten.
Belki çok manasız gelebilir size fakat, yeryüzüne geceden düÅŸüp de sabahın ilk saatlerinde adımlanmayı bekleyen kar taneleri gibiydim. Üzerimde birkaç adımın varlığını hissedeli epey zaman olmuÅŸtu. Birkaç saat sonra gün aydınlanmaya baÅŸlayacaktı. Telefonu bir kenara bırakmış, abimi hafızamdan anlık dahi olsa silmeyi baÅŸarmıştım. Hep böyle olurdu. Bastırmak istediÄŸim bir an söz konusuysa, aklıma sis ve yaÄŸmur gelirdi. Ve ÅŸimdi de öyle oluyordu. Sis tepeleri aÅŸmaya baÅŸlamıştı. Yerini gün ışığına bırakıyordu. Ankara, gecenin yorgunluÄŸunu üzerinden henüz atmış deÄŸildi. Geceden kendisini bir apartmanın içerisine atabilmiÅŸ ÅŸanslı kediler de güne merhaba diyorlardı. Ankara'nın meÅŸhur ayazı, doÄŸan güneÅŸin karşısında son demlerini yaşıyordu. Birazdan güneÅŸ, göÄŸsünü gere gere herkese meydan okuyacaktı. Benimse kafam hala çorba gibiydi. Abim, Günzira ve boykot; manasız üçlü kafamın içi. Bir silüet karamsarlığı vardı Günzira'da. Bir adım telaşı da baÅŸka bir bela.
Ucuz yalnızlık mefkuresinden sıkılmıştım. Kalkıp biraz evi topladım. Tekli koltuÄŸa yorgunluÄŸumu bıraktım. Karşıdaki yemek masasının üzerine de umutlarımı, ihtiraslarımı ve kızgınlıklarımı bıraktım. Üzerimde yük olan ne varsa, ya koltuÄŸa ya da yemek masasının üzerine bırakmıştım. Her ÅŸey ve ben, oturmanın keyfine varıyorduk artık. Karşı pencerenin kolunda Günzira oturmuÅŸtu. Ayaklarını sarkıtmıştı. Yalancı güneÅŸe aldanmış olmalı ki uzun bir ÅŸeyler giymemiÅŸti. “Umarım üÅŸümez,” diye geçirdim içimden. “Kahve alır mısın?” diye sordum. "Acelem var," dedi. Abim de hep böyleydi. Her zaman acelesi vardı. YaÅŸamın gerisinde dörtnala koÅŸtururdu. Aklım abimdeydi. Günzira ise karşımda. Belki de hiçbiri yoktu. Gördüklerim, duyduklarım birer safsataydı. Buyur ettim abimi. Günzira var diye çekinmiÅŸ olacak ki kabul etmedi. Hava açıktı fakat olan biten kapalıydı. Günzira ayaklarını birbirine dolamıştı. Sanırım üÅŸümüÅŸtü. Bense hezeyanlar içerisinde sıcacık kalmıştım. Gün aydınlanmanın eÅŸiÄŸindeyken, abim ve dağınık hali gözlerimin önüne gelmiÅŸti. Åžimdi neredeyse oradan çıkmış, koca yolun ortasında bir ikilemdeydi kesin. SaÄŸa dönse evine ve çocuklarına gidecekti. Onların bu halini görmesini istemezdi. Gerçi ilk zamanlar mahcubiyet duysa dahi artık öyle deÄŸildi. Mahcubiyet yerini müthiÅŸ bir kızgınlığa bırakmıştı. Epey zamandır bu durumdaydı. Günzira üzüldüÄŸümü hissetmiÅŸ olmalı ki, bana doÄŸru birkaç adım attı. Ama nafileydi bu adımlar. Her adımda mesafeler azalmaktan ziyade bir hayli artıyordu. GüneÅŸ kendini epeyce göstermiÅŸti. Sehpanın üzerinde bulunan telgraf çiçeÄŸinin her bir yaprağı güneÅŸe maruz kalmaya baÅŸlamıştı.
Günzira pencerenin kolundan bir hışımla atladı. Çok zaman geçmedi ki, telgraf çiçeÄŸinin güneÅŸe en yakın dalında konuÅŸlanmıştı. Ele avuca sığmayan bir tavrı vardı. Benim gözümde bazen bir çiçeÄŸin yaprağında oturup dinlenebilecek kadar küçülebiliyor, bazen de odalara sığmıyordu. Abim gibi. Åžimdilerde derin uyku durağından geçerken, "müsait bir yerde inecek var" diye kendince sayıklıyor olsa dahi, uyanınca baÅŸa saracak piÅŸmanlıklar serisine bir yenisini daha eklemiÅŸti. Günzira ise bir yorgunluk belirtisi, bir esenlik rüyasıydı. Ve hep öyle kalmalıydı.