Derin sessizlik meydanındayım. Bu sessizlik, yıkıcı ve tahammülsüz noktalara uzanıyordu. Bir mesaj geldi. Yetmedi, bir tane daha. Sonra bir cızırtı koptu telefondan. Arayan yine oydu. Biraz bekledim. Bir mesaj daha geldi. “Müsait değil misin?” diye yazmıştı. Cevap vermedim. Bitmek tükenmek bilmeyen çağrılara bir yenisi daha eklendi. Sonra bir tane daha. Telefonumu elime aldım. Sıkılmış değilim. Her telefon çaldığında, bedenimi tarifsiz bir burukluk kaplıyordu. Utanç değildi. Bir beklentim dahi yoktu. Mesajına cevap verme gereksinimi içerisinde buldum kendimi. Mesaj kutusunu açıp, “Müsait değilim, döneceğim.” diye yazıp gönderdim. Fazla bir süre geçmemişti ki, bir cızırtı daha koptu. Ardından bir mesaj furyası daha eklendi bütün bu olanlara. Çok sıkılmıştım. Hayatım ikiye hatta üçe bölünmüştü. Gelen son mesajı açmak için cesaretimi topladım. Sırasıyla mesajları açtım. “Bir daha söz, seni rahatsız etmeyeceğim. Hesap numarama atabildiğin kadar para atmalısın.” diye yazmıştı. Dağılmış bir vaziyetteydim. Bu nasıl olabiliyordu? Anlatması uzun ve güçtü. Abim ve batakhane ikilemi arasında sıkışmış kalmıştım. Abimin bu kaçıncı son deyişi idi? Yalnızlığa, ağzına ne geldiyse saydıran gelenekçi ruhun hırçınlığı vardı üzerimde. “Son” diye tabir edilen kelime, abimin literatüründe tekrar manasına mı geliyordu? Her son bir tekrar kazandırırdı zaten.
Belki çok manasız gelebilir size fakat, yeryüzüne geceden düşüp de sabahın ilk saatlerinde adımlanmayı bekleyen kar taneleri gibiydim. Üzerimde birkaç adımın varlığını hissedeli epey zaman olmuştu. Birkaç saat sonra gün aydınlanmaya başlayacaktı. Telefonu bir kenara bırakmış, abimi hafızamdan anlık dahi olsa silmeyi başarmıştım. Hep böyle olurdu. Bastırmak istediğim bir an söz konusuysa, aklıma sis ve yağmur gelirdi. Ve şimdi de öyle oluyordu. Sis tepeleri aşmaya başlamıştı. Yerini gün ışığına bırakıyordu. Ankara, gecenin yorgunluğunu üzerinden henüz atmış değildi. Geceden kendisini bir apartmanın içerisine atabilmiş şanslı kediler de güne merhaba diyorlardı. Ankara'nın meşhur ayazı, doğan güneşin karşısında son demlerini yaşıyordu. Birazdan güneş, göğsünü gere gere herkese meydan okuyacaktı. Benimse kafam hala çorba gibiydi. Abim, Günzira ve boykot; manasız üçlü kafamın içi. Bir silüet karamsarlığı vardı Günzira'da. Bir adım telaşı da başka bir bela.
Ucuz yalnızlık mefkuresinden sıkılmıştım. Kalkıp biraz evi topladım. Tekli koltuğa yorgunluğumu bıraktım. Karşıdaki yemek masasının üzerine de umutlarımı, ihtiraslarımı ve kızgınlıklarımı bıraktım. Üzerimde yük olan ne varsa, ya koltuğa ya da yemek masasının üzerine bırakmıştım. Her şey ve ben, oturmanın keyfine varıyorduk artık. Karşı pencerenin kolunda Günzira oturmuştu. Ayaklarını sarkıtmıştı. Yalancı güneşe aldanmış olmalı ki uzun bir şeyler giymemişti. “Umarım üşümez,” diye geçirdim içimden. “Kahve alır mısın?” diye sordum. "Acelem var," dedi. Abim de hep böyleydi. Her zaman acelesi vardı. Yaşamın gerisinde dörtnala koştururdu. Aklım abimdeydi. Günzira ise karşımda. Belki de hiçbiri yoktu. Gördüklerim, duyduklarım birer safsataydı. Buyur ettim abimi. Günzira var diye çekinmiş olacak ki kabul etmedi. Hava açıktı fakat olan biten kapalıydı. Günzira ayaklarını birbirine dolamıştı. Sanırım üşümüştü. Bense hezeyanlar içerisinde sıcacık kalmıştım. Gün aydınlanmanın eşiğindeyken, abim ve dağınık hali gözlerimin önüne gelmişti. Şimdi neredeyse oradan çıkmış, koca yolun ortasında bir ikilemdeydi kesin. Sağa dönse evine ve çocuklarına gidecekti. Onların bu halini görmesini istemezdi. Gerçi ilk zamanlar mahcubiyet duysa dahi artık öyle değildi. Mahcubiyet yerini müthiş bir kızgınlığa bırakmıştı. Epey zamandır bu durumdaydı. Günzira üzüldüğümü hissetmiş olmalı ki, bana doğru birkaç adım attı. Ama nafileydi bu adımlar. Her adımda mesafeler azalmaktan ziyade bir hayli artıyordu. Güneş kendini epeyce göstermişti. Sehpanın üzerinde bulunan telgraf çiçeğinin her bir yaprağı güneşe maruz kalmaya başlamıştı.
Günzira pencerenin kolundan bir hışımla atladı. Çok zaman geçmedi ki, telgraf çiçeğinin güneşe en yakın dalında konuşlanmıştı. Ele avuca sığmayan bir tavrı vardı. Benim gözümde bazen bir çiçeğin yaprağında oturup dinlenebilecek kadar küçülebiliyor, bazen de odalara sığmıyordu. Abim gibi. Şimdilerde derin uyku durağından geçerken, "müsait bir yerde inecek var" diye kendince sayıklıyor olsa dahi, uyanınca başa saracak pişmanlıklar serisine bir yenisini daha eklemişti. Günzira ise bir yorgunluk belirtisi, bir esenlik rüyasıydı. Ve hep öyle kalmalıydı.