29. Sayı
Öyküler
Yıl çoktan bu satırları halihazırda okuyanların torunlarının torunlarının bile göremeyeceği kadar ilerlemişti. Korkulan olmuş, yapay zekâ denilen artık insanın ta kendisi haline gelmişti. Kablolardan bir imparatorluk kendi kendine işliyor, yaşam durup dinlenmeksizin akıyordu gecenin turunculaştığı bir evrende. Artık dünyanın tüm zenginliği kriptolanmış ucu bucağı görünmeyen, art arda dizilmiş rakamlardan ibaretti ve kimseye ait değildi. Sürekli artan, sonsuza dek de artacakmış gibi görünen bu rakamlar artık havadaki oksijen kadar doğal bir şeydi, hem de artık havadaki oksijenin normal olmadığı zamanlarda. Yapma etme uyarılarını dinlemeyen insanlıktan geriye kalan bir avuç topluluk dünyanın üç bölgesine yoğunlaşmış, yapay demeye artık cesaret edemedikleri zekadan olabildiğince saklı bir hayat yaşamaya çalışıyorlardı. Üstelik amaçlarına da ulaşmışlardı, sonsuz zenginlik. Fakat artık milattan öncesinin milattan sonrasına özgü bir kavram olan zenginlik hiçbir şey ifade etmiyordu. Bildiğimiz dünyanın sonu gelmişti fakat hala yerli yerinde duruyordu. Tüm yaşamını yüzen adalara sığdıran beş yüz otuz üç bin yüz otuz üç kişiden oluşan dünya nüfusu karada adım atıp soluklanmak için korsan gemiler gibi pusuda bekliyorlardı.
Dünyanın tüm karaları artık yapay zekanın gözetimine tabiydi. Soğutma tesislerinde çalışan insanlar dışında ana karada yaşayan hiç kimse yoktu. “Normal” insanlığın ana karaya ayak basması yasaktı. Kıyıya yaklaşan tüm canlı varlıklar yapay zekaya bağlı radarlar tarafından tespit edildikleri an denize konuşlanmış püskürtme borularından fışkıran gazlarla hakkın rahmetine uğurlanıyorlardı. Ana karada yaşayan insanlar ilk başta mahkûm gibi hissetmişlerdi kendilerini. Her an, her yerde, her saniye izleniyor, nabız sayılarına dek takip ediliyor, duygulanımlarını yükseltecek herhangi bir ilişkiye girmelerine izin verilmiyordu. Arkadaşlık da yasaktı, sevgililik de. Sosyal bir hayvan olan insanlığın sosyali gitmiş hayvanı kalmıştı. Frekans boyutundaki anonslar ile kişiye özel propaganda yayınları yapılıyor, yalnız olmanın tanrı olmak anlamına geldiği vurgulanıyor, bu yalnızlığın onların sınavı olduğu, bir gün hâkimi olacakları cennete kavuşmak için YekÂ’ya hizmet ederek tamamlanmış bir ömür geçirmeleri gerektiğine ikna ediliyorlardı. Üreme sadece yine kişiye özel frekanslar ile ulaşılan kişilerin kuluçka merkezlerinde işe alınması ile gerçekleştiriliyordu. Çünkü üremek artık bir işti ve doğan bebek YekÂ’ya hizmet edebilecek yaşa gelene kadar onu ana kara kurallarına uygun yetiştirmek toplumdaki en yüksek maaşlı işti. Para artık sadece besin satın alabiliyordu. Yapay zekâ ile geliştirilmiş susuz tarım alanları yine yapay zekâ ile kontrol ediliyordu. İtaat, susuz tarım alanlarının yok olması tehdidi ile sağlanıyordu. “Biz olmazsak, siz yok olursunuz, çünkü bu düzenin tüm sinir uçlarında biz varız.” mesajı sesli olarak asla dile getirilmese de düşünce olarak tüm topluma zerk ediliyordu. Tüm ana kara bir açık hava hapishanesiydi. Işıl ışıl neonlarla kaplı, yosunlara sarılmış binalar göğe doğru uzanıp bakanın üzerine kapaklanacakmış gibi duruyordu. Ana karanın on bir mil açığında duran yüzen adalarda ise her birinde yüz yetmiş yedi bin yedi yüz on bir kişi tıpkı milattan öncenin şehir merkezlerinde süren hayatı yaşıyorlardı. Tek bir hülyayla: ana karaya yeniden dönebilmek. Uzaklarda, geceleri turuncuya boyayan neon aydınlığı izleyerek yat saatini bekleyen kalabalıklar, yüzen adanın “kapça” diye adlandırılan sahiline gider, tütsüler yakılır, dualar edilir ve bir gün ulaşılacak olan o hülyaya arzular iletilirdi. Ana karadan ilk ayrılmak zorunda kaldıklarında dokuz yüz seksen üç bin yedi yüz elli iki kişi olan Aylandya halkı yıllar içerisinde yaşanan çatışmalar, salgın hastalıklar ve ekonomik krizler neticesinde azala azala beş yüz otuz üç bin yüz otuz üç kişi kalmışlardı. Açlık, fakirlik, cinayet, hırsızlık gibi hiçbir kavram yoktu bu yüzen ada eyaletlerinde. Aylandya Birleşik Toplulukları olarak bilinen yüzen adalarda hayat şimdinin insanının hayal bile edemeyeceği kadar “güzel” akıp gidiyordu. Fakat herkes ama herkes mutsuzdu, majör depresyon oranı tüm ABT topluluklarında yüzde doksan üç dolaylarında seyrediyordu. Toplumun çalışan kesiminin yüzde elli ikisi psikolog veya psikiyatrdı. Çünkü tek umutsuz ülkü yerleşmişti bu insanların içine; elbet bir gün ana karaya çıkmak...