Postsuz Dervişler Zamanı

Yazar

Nehir Yılmaz

29. Sayı

Denemeler

        Yaşam yolumun ortalarını geçtiğimden beri aklım karanlık ormanımda Dante gibi…

        Sanki tüm soruların cevabı bu sonsuz, masmavi ışık ormanında.

        Çocukluğumun geçtiği mahalleye düştü yolum geçen hafta.

         Yoksa bilerek mi düşürdüm?

        Bir ağacın arkasında, dizleri yaralı küçük kendime rastlama ümidi çok heyecanlı görünüyordu.  Ahmet Bakkal’ın hâlâ orda olduğu ve tombul mika bir fanusta un kurabiyesi satma ihtimalini özlemem de öyle…

         Yok, düşmemiş. Düşürmüşüm ben bu yolu.

         Sokağı da bulayım tam olsun derken yuvarlanarak dizimi kanattığım yokuşun başındaydım şimdi. Bakkal yoktu artık, küçük sevimli bir kafe vardı. Tuhaf, heyecanlı, çakırkeyif bir hisle yokuştan indim. Oturduğumuz apartman hala duruyordu. Mantolama yapmışlar. “Yapmasalardı keşke.” diye geçiriyorum içimden. Ama ne yapsın bu seksenlerin binası, o da herkes gibi zamana karşı ayakta durmaya çalışıyor. Ve kızarmış terli yüzlerimizi kapatarak saklambaç oynadığımız, üstü süs kabartmalı beton bahçe direği... Sen de beni gördün şimdi... Sobelendim...

          Ve şimdi oynasam herhalde, ne kadar hızlı geçiyor görünür bu ona kadar saymalar.  Panik içinde düşünüp plan yapıp diğerlerinin saklanma yerlerini de tahmin etmeye çalışırken süreyi yetiremezdim eminim. Öyle ya, artık yetişkinim. Hiçbir şeyi plansız ve aniden yapamam ve hızlıca karar veremem. Bir şeyleri yetiştiremiyorsam bile bu, en mükemmeli yapmaya çalışıyor oluşumdan... Alelade davranamam.

         Bu fikir içimi burkuyor şimdi biraz.

         Nostalji peşinde, eskiye özlemle yanıp tutuşmak değil de sanki yıllar içinde zamanla, yaşamla ve deneyimlerle yapılmış gizli bir anlaşma bu; zamanı kullanmak, anı biriktirmek, yönetmek, atomlarına bile ayırmak, paralel evrenlerde alt parçacıklar üzerinden yorumlamak... Ve her şeyi okuyup, şaşırıp, çağın ve zamanın ne kadar ötesinde olduğumuza inanıp sabah yine çayımızı yudumlarken hayatın aynı hızlı akıntısına sitem etmek…

         Aristoteles, işin sitemiyle pek ilgilenmemiş ama sistemi üzerine, kendisinden sonra gelen bilim, felsefe, fizik hatta edebiyat insanlarının da yardımıyla bizlere kısmen anlaşılabilir bir zaman tanımı bırakmış; zaman, evrende her şeyin hareket halinde olduğu, dolayısıyla öncelik- sonralık durumunun ortaya çıkması ile bir akışın yaşandığı ve bunun ölçülebilirlik kazandığı bir algıdır.

 

          Sınırları çizilen bir önce ile sonraya varılan yer, zamanın parçalanması ile şimdinin içindeki sonsuzluğa açılmaktır.

          Neden şimdi böyle bir şey yaptın?  Fiziksel zamanı anlamaya çalışırken, felsefi anlamda da sonsuzluk ve şimdinin özü olan an’a teslim olma telaşına bıraktın bizi sevgili Aristo?    

          Tam da dümdüz giderken... Ölçtük, ölçüyoruz, “Evreka!” derken…

          Yok eğer ölümsüz, başı ve sonu olmayan bir döngüsel zamandan bahsedeceksek yine birçok akım, yaklaşım, öğreti ve edebiyat bizi karşılayacak. Bu kez de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çemberinden çıkamayacağız.

         Öyle ki Tanpınar’ın zaman ile ilişkisini yalnızca döngüsel yaklaşımla açıklayamayız. Şehirlere, doğaya ve insanın yaşamındaki eşiklere bakışında hem zamanın bütünselliğinden hem de bölünebilirliğinden bahseden, her renkten kelimesini aynı sonsuzluğa ve boşluğa nakşeden, bazen gerçekte bazen biraz üstünde bu postsuz dervişi ancak zamanla, zamanın ötesinde ve zamandan bağımsız okuyarak gözlemleyebiliriz.  

          Büyülenmiş bir ceylan gibi baksa da zaman onun şiirlerinden bize, kozmosu da ayaklarımıza serebilir, kırışan ellerimize hüzünle bakan bir sonbaharı da hatırlatabilirdi elbet...

         O, Bergson’un zaman felsefesinin, kendi üzerindeki etkilerini ve varlığını bize şiirle ya da şiirsellikle aktarmaya çalıştı. Yani insanın içsel zamanını… Aynalarını... Eşiklerini... Özünü…

         Buradaki zaman çizgisel değildi. Ölçülemezdi. Şehirleri sıra sıra gidip geliyor oluşu, iki ya da beş şehir arasındaki mesafeyi verebilirdi de içindeki gelgitlerin mesafeleri A kentinden B kentine varmak kadar kolay olmayabilirdi. Bu zorlukları anlattı bize Tanpınar.

         Hint felsefesi akımlarına da yakınlaşan bu bakış, bizi yaşam döngüsüyle yine çembere getiriyor sanki. Krishnamurti’nin dediği gibi: “Saatin gösterdiği değil, sizin içsel, psikolojik zamanınızdır gerçek zaman bu döngüde.”

         Hint edebiyatının aykırı şair ve yazarı Rabindranath Tagore’un “Sonsuz Zaman”  isimli şiirinde ise içkin Tanrı inancıyla, ona ve sonsuz zamanına teslim oluşu görüyoruz bütünlük ve bir olma algısı içinde..

         Zaman sonsuzdur senin ellerinde, Tanrım.
        Yoktur kimse dakikaları sayacak.

 

         Sokağın en afili direğine kapanıp saklambaç oynarken saydığım “on” ile, şimdi şuracıkta sırtımı dönüp sayacağım “on” farklı işte.

         O zamanki küçük kız çocuğunun şimdisinde, yazın her gününe bir mevsim, her saatine bin bir masalı aynı anda, ayrı keşifte sığdırabilecek vakit varmış, ama yine de hiç geçmiyormuş gibi görünen ipek saçlı zaman, şimdinin bu koca kadınının kucağında tek bir cılız saate sığdırılmış boz bulanık hayalleri taşıyor da telaşından taranmaya vakit bulamıyor...

          Belki içinden çıkması gereken çemberini, bakmaktan korkmaması gereken bir aynayı, atlaması gereken bir eşiği arıyordur.

          Tanpınar’ın o derin ve zarif  Eşik’ini…

Bu yekpâre akış, durgun, derinden...

Her aynada yalnız kendi görünen

Bu yüz ve şifasız hüznü eşyanın

Kendi cevherinde mahpus bir ânın

Dağıttığı dünya hep yaprak yaprak,

Dalgın, unutulmuş sesleri uzak

Bir uykudan bana tekrar dönenler,

İçimde, dışımda hep aynı çember!

Bin elmas parıltı oyun ve halka

Küçük ve hiç değişmez dalgalarla

Bende bana meçhul akşamlar yoklar!

Gülen ve gömülen gölge ufuklar

Acayip davetlerin rüzgârında

Her lâhza yine kendi sularında!..

(...)