31. Sayı
Denemeler
Her yaş kesiminden, birçok insan kendisine ihanet etmeyi ve perdelerin arkasında kalarak yaşamayı tercih ederken, çok az sayıda insan benliklerinin en üst noktasındaki olanağa ulaşmak ister, diyor Erich Froom.(Froom 1947: 86) Geçmişe uzanıp baktığımızda tarihi temelleri, insanlık tarihini göz önüne alırsak, görece yeni bir konsept olan ‘benlik algısı’ hiç kuşkusuz pek çok soru işaretlerine ve tartışmalara vesile olmuştur.Böylesine karışık bir yapıda, çevrenin yadsınamayacak bir etmen olduğu, ekseriyetle kristalize olmuş bir vaziyette insan psikolojisinde vuku bulan, zaman zaman rafine edilmiş bir şekilde karşımıza çıkan fakat tüm bunların yanında her daim dinamik bir matrikse sahip olan benlik algısı pek çok zihni düşünmeye ve sorgulamaya teşvik etmiş. Yazılı eserlere dayanmaksızın ‘benlik algısı’nın zihinleri kurcalaması; ilk ne zaman, nerde, kimin beyin kıvrımlarının içinde başladığı bilinmez tabii. Biz yazılı eserler sayesinde yakın geçmişi ele alsak da belki çok öncesinde belki de bir kişinin kendi yansımasını ilk fark ettiği anda başladı, kim bilir?
Aydınlanma Çağı’ndan başlayarak büyük bir ivmeyle etkisini gösteren teknoloji sayesinde her daim ileriye gitme gayesiyle pek çok yeniliklere imza atılırken bir o kadar da zıtlık baş gösterdi: Yeniyle eskinin, üretimle tüketimin çatışması… Yahut savaşlarda gözler önünde parçalanan, hastalıklarla yitip giden insan bedenlerinin karşısında her gün gelişen tıp bilimi… Tezatlıklar arasında sıkışıp kalan insanlık tarihi gibi benlik algısı da nasibini almış bu serüvende. Literatüre baktığımızda William James’ten Freud’a, Jung’a; Adler’den Mevlana’ya kadar pek çok düşünürün dimağını kurcalamış, çalışmalarında yer edinmiş bu ‘benlik’ kavramının etkileri hiç kuşkusuz ana malzemesi ‘insan’ olan edebiyata da yansımıştır. Birçok yazar tarafından kişiliğin bir alt yapısı olarak belirtilen benlik, kişinin kendini algılayış biçimini ifade eden çok boyutlu bir yapıdır. (Wilkins, 2004)
Edebiyat dünyasında sınıfsal hiyerarşinin hüküm sürdüğü dönemlerde benlik kavramına pek rastlayamasak da özellikle moderniteyle beraber daha çok gün yüzüne çıkmıştır. On dokuzuncu yüzyılda daha gerçekçi ve yüzeysel olarak okuduğumuz benlik kavramı yirminci yüzyıla gelmemizle yavaş yavaş yönünü daha derin ve psikolojik tarafa çeviriyor.Söz gelimi, Jack London tarafından yirminci yüzyılın ilk başlarında kaleme alınan Martin Eden, konu ve karakter tahlili bakımından tam da bu yönelimlerin kesişim kümesinde kalıyor. Sınıfsal farklılıklar ve bundan kaynaklanan olaylar tüm şeffaflığı ve acımasızlığıyla okurun yüzüne çarparken ana karakter Martin Eden’ın yaşadığı değişim ve dönüşüm içinde benlik temasıyla buluşturuyor bizleri. Martin’le beraber benliğin göreceliğini ve değişimini görüyor hatta bir adım ileri giderek yaşıyoruz onu. Öncesinde büyük bir hayranlıkla gözünde büyüttüğü o ‘görkemli’ yere ulaştığında, ulaştığı yerin yüzeyselliği ve içinin boşluğu onu bambaşka, derin boşluklara itiyor. Aidiyet hissinin boşluğu… Hiçbir yere ait olamama hissi... Siyah ve beyaz kadar net ve farklı olan iki yaşam arasında sıkışıp kalıyor ama gri de olamıyor artık. Gri olamayacak kadar bizatihi; ne siyah ne de beyaz olacak kadar aittir artık. Nihayetinde ip inceldiği yerden kopuyor: Yeni bir benlik algısı oluşturmaya çalışırken düştüğü bu varoluşsal çukurdan öncesini de yitirerek çıkma çabalarını, çıkamamasını ve boğulmadan önceki son çırpınışlarıyla bir benin daha sonunu buluyoruz, Martin’in “Ben de varım!” mücadelesinde.
Öte yandan Franz Kafka’nın Dönüşüm eserinde ise bahsetmiş olduğum sıkışıp kalmışlık hissinin tezahürü olarak ana karekterimiz Samsa’nın benlik bunalımlarına ve sorgulamalarına, böcek kabuğunun zırhına bezenerek benliğinin metamorfozuna şahitlik ediyoruz biz de. Birkaç kulvar öteye gittiğimizde ise günümüzde bipolar kişilik bozukluğu olarak bahsettiğimiz güzel-çirkin, iyi-kötü gibi zıt karakterlerin tek bir kişide bulunup bulanamayacağını sorgulayıp kişilik bölünmesini ele alan Dr.Jekyll ve Bay Hyde eseri ile karşılaşıyoruz. Dünya edebiyatında bu tarz eserler ve konularla karşı karşıya kalırken özelde Türk edebiyatında da Peyami Safa, Oğuz Atay (başta Tutunamayanlar olmak üzere), Adalet Ağaoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi pek çok yazarın bırakmış olduğu eserde benlik kavramını ve sorgulamasını hissedebiliyoruz.
Evrende her türlü alanda olduğu gibi “şeyler” zıtlıklarıyla vuku bulur. Bahsettiğimiz benlik teması edebiyatta çok büyük bir yankı uyandırıp kitleleri başarılı bir şekilde etkisi altına alabilse de benlik kavramının zıtlığı da intihar olarak tezahür eder edebiyat dünyasına. Arthur Schopenhauer ölümün sadece “artık varolmamak” değil, “bedenin yok edilmesi” anlamına gelmesinin kişinin kendi hayatına son vermesinde caydırıcı olduğundan bahseder. Beden yaşama iradesinin fenomenidir çünkü. (“On Suicide,” On the Suffering of the World, Londra: Penguin, 2004, s. 54.) Bu bağlamda, Werther yaşayamadığı sevginin ağırlığı altında ezilirken, “Var olmak ya da olmamak” sorgusu yapan Shakespeare’in pek çok eserinde olay trajik bir şekilde son buluyor. Sylvia Plath’ın “Sırça Fanus”unda ise toplumun beklentileri ve kendi arzuları arasında sıkışıp kalan Esther, yolunu kaybeder, nefes dahi alamaz artık. Var oluşunun altında ezilirken yok oluşu tercih eder. Edebiyatımızda aşk intiharlarının unutulmaz örneklerinden Tanpınar’ın Huzur romanında Suat; aşk ve umutsuzluğun gölgesinde var oluş - yok oluş meselesi yaşar. Anna Karenina yaşadığı yasak aşkın dehlizlerinde boğulur, aynı Martin Eden’in eski ve yeni beninde kaybolarak boğulduğu gibi. Ophelia’dan Werther’a; Henry Gabbler’dan Dorian Grey’e… Böylesine yoğun bir varlık-yokluk girdabının içinde türlü nedenlerle yaşadığı benlik çatışmalarının, varlığın altında ezilişlerinin sonucunda kendi elleriyle varlıklarını kontrol ederek seçtikleri yok oluş tercihleri de yeni bir benin başlangıcına kapı aralayan bir paradoks mudur yoksa? Belki de buna en iyi cevabı Camus verir; başkaldırı ve cesaret diyerek:
İntihar ve sanat aynı doğaya sahiptir, ikisi de başkaldırıdır. Sanat da, intihar da, sanatta intihar da “susma cesareti” gösterenlerin sessiz “hayır” çığlığıdır.
Demem o ki insan denen mahlukat ilginç bir yaratık, benliği ise daha ilginç ve bilinmezliklerle doludur. Chuang Tzu’nun dile getirdiği gibi “Rüyamda bir kelebek olduğumu mu gördüm yoksa şu an insan olduğunu düşleyen bir kelebek miyim, bilmiyorum.” Şu an bu satırları yazan ben, kimim? Sen kimsin? Bir girdabın içine girdik, nihayetini bilmiyorum!
Benliğimizi bulmak ve keşfetmek adına yola çıkacağımız güzel serüvenlere…