Zelda: Yolunu Arayan Bir Kadın

Yazar

Ekin Şara

31. Sayı

Öyküler

Günün ilk ışıkları, kollarını bir sevgili gibi dolamıştı Cihangir’in yokuşlu sokaklarına. Güneş, kirli benizli bir sonbaharı yırtarcasına yükseliyordu binaların ardından. Üst üste yığılmış yüksek yapıların, dışı beton grisi bir örtüyle örtünmüş binaların arasında monoton hayatının bir parçası olarak yürüyen bir insan için ne kadar anlam ifade ederse o kadar anlamlı buluyordum yola koyulmayı. Oysa dünya büyüktü; bir başlangıç, bir merhabaydı kimileri için. Kimileri için ardında bıraktığı bir burukluk kadar içtendi yola koyulmak. Kimileri içinse akışında olan zamana karşı meydan okumaktı. Ben, en sonuncu ihtimali elemiştim kendi gölgemin sınırları dışında yaşayamayan bir insan olduğumdan. Bu ihtimalin dışında kalan insanlar,  atılganlıklarının karşılığını bahtiyarlıklarıyla tamamlıyorlardı. Biz, işte bu güz mevsiminin birer parçası gibi soyutlanmış, solgun renklerdik hayattan. Bizi yola çıkaran bir ses, bir ışık, bir an duyumsamak istiyor fakat bunun zaferine bir türlü erişemiyorduk. “Hangi amaca hizmet etmek bu?” diye sitem ediyordum kendime, ayağımın altından taşlar kayarken... Bariz bir amaç yoktu belki, amasız fakatsız bir kabulleniş biçimi de değildi şüphesiz, öyleyse neydi? “Söylesene Zelda, hadi parmak kaldır söyle!” Kollarımı göğsümde kavuşturup çiçek olmuştum soğuktan. Zelda, bir yolculuğun ilk adımları... Düşünüp gülmüştüm kendi kendime. Bir kitap kapağına yakışan ne çok isim vardı böyle insan isminden türeyen. Yola çıkmakla başlıyordu işte her şey, bir kitabı kitap yapan, onun sayfalarını tamamlayan, o sözcüklere anlam yükleyen... Sonra o ağaçlar, o matbaa makinesi, o mürekkep... Kırmızı mürekkep... Bir keresinde küçükken, henüz sayı saymayı yeni öğrenen bir çocukken babamın doktor önlüğüne kırmızı mürekkep dökmüştüm de ne çok kızmıştı annem: “Daha yeni yıkadım!” diye. Doktor önlüklerine bulaşan kandan daha kalıcı demek ki, diye düşünmüştüm işte o zaman. Söz uçar yazı kalır diye boşuna dememişler ya, tabii kalıcı. Her neyse efendim, ben daha mini mini minnacık bir bebekken, ağlamayı bile yeni yeni öğrenir, hecelere bölerken; ismimi hüviyet denen o renkli, renginden pek de bir şey anlaşılmayan kağıdın bir köşesine iliştirivermişler. Ben doğduğumda ay kadar, yıldızlar kadar aydınlık ve berrakmış benim yüzüm. Aramış, taramış en sonunda karar vermişler ismime: “Selda olsun!” demişler. Selda diye günlerce muhakemesini yaptıkları ismim babam nüfus dairesinden çıkarken olmuş size Zelda. Almanca’da savaşçı ve güçlü kadın, İbranice’de ise; mutlu ve kutsanmış anlamına gelse de, Selda ya da kayıtlara geçmiş haliyle bendeniz Zelda, bu iki literatürün anlamını da karşılamıyor. Kimliğe geçirilen ismine rağmen kimliksiz bir kadın Zelda. Ömrü yollarda geçse de yolculuk nedir, bilmiyor. 

 

Bir yolculuğu yolculuk yapan şey, yürekliliktir. Her insan yola koyulamaz, her insan yazgısını kabullenip yeni baştan yazamaz. Her insan yolculuğa çıkamaz. Çünkü bazı insanların kendi hayali ülkelerinde hava şartları mevsim normallerinin üzerinde olabilir. Kara veya hava trafiği kilitlenmiş ya da felç olmuş olabilir. Bazı insanlar vardır ki, yolları yıkılsa dahi  o yolları yeniden, kendi elleriyle inşa ederler. Onarır ve korurlar. İnşa ettikleri tüm yollar tıklım tıklım olsa gene de aldırış etmezler. Özgürce uçmak ister işte öyle insanlar. Süzülerek, göğe doğru uzak ülkelere giden bir yolda kanat çırparlar. O an göç zamanı gelmiştir onların,  zamansızdırlar. Gagalarına tutuşturulmuş bir zarfla gelecekten haber taşırlar. En çok da gökyüzünden birer birer, yeryüzüne bıraktıkları tüyleri insanlara yol göstersin diye uçarlar. Kimilerinin ellerine geçen o tüy bir mürekkebe batırılıp mektup yazar. O mektup, uzak denizlere doğru bir şişenin içerisinde yola çıkar. Yeni yerler görür, yeni kıtalar keşfeder haritalara ismi geçmemiş ormanların ardında. Islanıp buruşsa dahi mektupluğundan bir şey kaybetmez. “Su birikintisine basma Zelda, sen yoluna uçarak devam edemezsin.” diyor bana içimdeki o ses. O kadının, tarihe cadı diye geçmiş falcı kadının sesi. Gelecekten haber getirmiyor mu o kadınlar, yani o ses de? Öyleyse sen de kuşsun Zelda. Kendi kafesinin kapılarını, kendi kendine kapamış bir kuş. Dünyaya demir parmaklıklar ardından bakmaya alışmış bir kuş, yolculuklardan korkan bir kuşsun. Hangi kuş durabilir yerli yerinde, hangi kuş daldan dala konmadan yaşayabilir hayatı? “Kuştu, kafesti derken aklını oynattı dedirtecek bu kadın bana. Genç yaşta adımız deliye çıkarsa yollarını değiştirirler sonra. Hem iş var daha, işe geç kalacaksın Zelda!”

 

İstanbul’un bir dehliz gibi giderek daralan siyahi sokaklarından sonra deniz havası soluyorum. Ciğerlerim, çiçeklenmiş taze bir bahar dalı kadar ferah. Uzakta, kıyılarda tarihin göze çarpan her bir kalıntısını bir kez daha izliyorum büyük bir ilgiyle. İstanbul, öyle bir şehirdir ki binlerce yıldır yaşamış olsa da her köşesini yeniden görmüşçesine bir zevk uyandırır insanda. Fabrika bacalarının, egzoz dumanlarının, sigara dumanlarının, envai çeşit seyyar satıcı dumanlarının kirletemeyeceği kadar mavi, engin bir göğü vardır bu şehrin. Dalgalar, göğü bir boyacının fırçasıyla maviye boyayıp durulmuş gibi, bir sırrı saklar gibi köpürür kıyılarda. Vapur iskelesine doluşan insanları bu sırla karşılar. Yolculuğun cazibesi dalgalar ve rüzgardadır. Her gün, milyonlarca insan yola koyulur işe gitmek için bu kentte. Sıkış tepiş, oradan oraya savrularak işe gider ve işten dönerler. Geriye, yirmi dört saatten koca bir hiç kalır. Uykuyla bölerler hiçliği. Zamansızdırlar, göçmen kuşlar gibi. Zaman kavramı, yerle bir etmiştir kendini hayatın bu monotonluğu içerisinde. Zelda da onlardan biridir işte. Kahkülleri alnını okşayan genç bir kadın... Vapura genç yaşlı doluşmuş bir sürü insan. Kimisi bir köşede gazete okuyor, kimisi martılara simit atıyor, kimisiyse geçip giden manzarayı seyrediyor. İçeriden bir ses geliyor. Eski bir şarkının melodisi bu. Çocukluğumdan kalma bir şarkı, menekşeler kadar mor bir kasetten. Dur bakayım neydi bu, su gibi dupduru bir ses, bir nağme... Bir aşk şarkısı, hangi aşık söyler bu kadar güzel bir şarkıyı?.. Hah, işte buldum! Fikret Kızılok bu, gitarıyla yetmişli yılların tarihini yeniden yazan adam. Şimdilerde adına nostalji denilen, bizim içinse vazgeçilmez haline gelen ne çok şey solup gitti şu ahir ömrümüzde. “Aman Zelda, sen de yaşlı teyzeler gibi...” Başımı kaldırıp denize göz gezdiriyorum, İstanbul bile boynu bükük bakıyor bana. İkimiz de yaş aldık, diyor. Güzelliğinden bir şey kaybetmeden yaş almış bir şehir, bir yuva İstanbul... 

 

Vapurdan inip iş yerine doğru yeniden yola koyuluyorum. Hava iyice aydınlanmış, güneş tepeye çoktan çıkmış ben zihnimdeki düşüncelerle meşguliyetteyken. Arabaların cirit attığı bir yol kenarına geçiyorum ağır adımlarla, adına; yaşamı adımlamak diyorum. Zelda, yaşamı adımlıyor... Seviyorum bu oyunu, ismim günün birinde hangi kitaba konu olacak acaba? Bir kitaba adımı verebilecek miyim? Ağaçlar var sonra, değecek mi? Benim ömrümü anlatan bir kitap, sahi ben neyi anlatabilirim? Her sabah işe gidip gelen bir kadın, bundan başka neyi anlatabilir ortaladığı bir ömürde? Elma şekerleriyle gönül eğleyeli yıllar olmuş, başka ney anlatılabilir? İzlediğim filmlerden, okuduğum kitaplardan bir kaç kare, bir kaç söz... gerisi koca bir hiç zihnimde. Zihnimi yalnızca su birikintileri, kuş sesleri, vapur düdükleri, araba kornaları... bir korna sesi bölüp geçiyor düşüncelerimi. Başımı kaldırıp etrafa bakıyorum, etraf kalabalık. Karşıdan karşıya geçen sırt çantalı, okul önlüklü çocuklar. Hayatın ilk adımlarını atıyorlar arabalar müsaade ettikleri vakit okul yollarında. Kimisinin elinden anne babası tutmuş, kimisi kardeşinin elini tutmuş, kimisi arkadaşıyla söyleşerek gidiyor. Ellerim, diyorum neden ısınmıyor bir türlü? Günlerdir düşünüyorum... Günlerdir düşündüklerim yolda okul önlüklü bir çocuk gördüğümde aklıma geliyor. “Sen de âlem kadınsın Zelda.” Diyorum, gülüyorum gene. Yürüyorum, yürüdükçe yol da benimle beraber büyüyor. Yoldan çıkıp bir simit alayım diyorum, kalabalık müsaade etmiyor. Bir de bakmışım iş yerinin önüne gelmişim, ne simit alabiliyorum ne de yoldan çıkmayı becerebiliyorum. “Sen bu kafayla sadece işe gelip gidersin kızım Zelda, senin adından düşen S harfiyle alıp götürmüşler genç ruhunu.” İçim burkuluyor. Bir yanım yola çıkmak için henüz erken, vakit var diyor; diğer yanım vakit çok geç... Yürekli bir insan olmadığımdan mı, adım atmaya korktuğumdan mı... Tereddüt ediyorum. Yaşam tereddütleri affetmez. İşe geldim, iş yerinin kapısındayım. Yolumu saptırmadan geldim. Düşünerek, su birikintilerinin üzerinden atlayarak, göçebe kuşları izleyerek geldim. Cihangir’in puslu havasına karışarak, denizin üstünde süzülerek geldim. Dün gibi, evvelsi gün gibi, aynı saatte yönümü izleyerek geldim. İş yerinin önündeyim. Etrafımdan bana çarparak insanlar geçmekte. “Henüz vakit geç değil, henüz yolculuğun başındayız.” Yönümü değiştirerek başka bir yola sapıyorum usulca. Ayaklarım ilk kez bu kadar istekli adımlıyor yolları. Boynumdaki fuları çözüyorum önce yırtar gibi, alıp bir ağacın gölgesine bağlıyorum. Havanın sisi, karanlık pusu dağılıyor birden. Ben geliyorum. İsmi konulmamış bir yolculuktan geliyorum, dünyadaki tüm yolculukların ismini koymaya geliyorum, Zelda; mutlu bir savaşçı...