12. Sayı
Öyküler
Derin bir ölüm uykusundan uyanırmışçasına açtı gözlerini. Dili damağı birbirine yapışmıştı. Seslenip bir bardak su istemeyi düşündü, lakin tek başına yaşadığını hatırladı. Kalkmaya takati yoktu. Donuk gözlerini tavana dikti. Köşelerden örümcek ağları sallanıyordu. Elbise dolabının üst tarafları tozlanmıştı. Ama temizlik yapacak gücü mü vardı? Doksanı çoktan devirmişti. Belediyenin aşevinden gelen yemekler olmasa karnını bile doyuramazdı. Derisi bedenine bir beden büyük gelir olmuştu. Buruş buruş suratını eliyle sıvazladı. Derince iç çekti. Yavaşça doğrulup oturdu.
Dört katlı bir apartmanın giriş katında oturuyordu. Kafasını pencereye doğru çevirdi. Güneş ışıkları gözlerini kamaştırıyordu. Bir elini güneşe siper edip İstanbul’da alışılagelmiş bir durum olan apartman bahçesinde kalmış, yıkılıp dökülmüş, yosun tutmuş, zarif işlemeli üç-dört Osmanlı mezarını seyre daldı. O an içini büyük bir korku kapladı. Ölüm adım adım yaklaşıyordu. Ölüm… Bu kelime zihnini uzun süre kurcaladı. İrkilmişti. Dönüp yatağın sağ yanına baktı. Boş yastık içini burktu. Bunayalı çok olmuştu ama kimsesi olmadığını hiç unutmuyordu. Ne bir eşi ne bir yoldaşı ne de bir evladı vardı şu hayatta. Manken olma hayalleriyle evden kaçıp İstanbul’a geldikten sonra memlekettekilerle de bağları kopmuştu. Yastığa bakmaya devam etti. Şu dünyadan tek başına mı göçüp gidecekti. Ardından bırakacak bir şeyi de yoktu. Hatıraları ise sadece kendi zihnine kazınmış levhalardı. Kendisi gidince onlar da silinecekti yeryüzünden. Hatta ölse cesedi kokana kadar kimse öldüğünün farkına bile varmayacak ve bu yatakta çürüyecekti belki de. Boş yastık gözüne mermerden bir mezar taşı gibi görünmeye başladı.
Zihnini zorladı. Maziyi düşünmeye başladı. Aklına üniversite yılları geldi. Bir çocuğu sevdiğini hatırladı. Uzun boylu, yakışıklı ve en önemlisi de zengin bir çocuktu. Kendini zorlasa da ismini hatırlayamadı. Ama üstü açık kırmızı arabasını hiç unutmamıştı. O zamanlar bütün kızlar onun peşinden koşardı. Tabii kendisi de öyle. Zengindi çocuk, her şeyi vardı. Her şeyi! Biraz daha düşününce aslında hislerinin sevgi değil de hayranlık ve heves olduğunu anlıyordu şimdi. Gözlerinde yaşlar birikmişti ama yüzünde anlamsız bir gülümseme belirmişti.
Diğer yana döndüğünde komodinin üstünde duran yarım bardak suyu gördü. Elini uzattı. Birkaç damla içti. Geri kalanını da avucuna döküp yüzüne, gözüne sürdü. Geri dönüp bir boş yastığa bir de boynu bükük mezar taşlarına baktı. Aniden zihninde bir kıvılcım çaktı. Onu hatırlamıştı. Veysel’i… Veysel belki de şu hayatta onu gerçekten seven tek adamdı. Bilgili, kültürlü, ahlaklı, eli yüzü düzgün, iyi ve başarılı bir insandı. Hocaların gözdesiydi. Sürekli kimseye göstermediği şeyler yazardı. Her hafta bir çiçek getirirdi. İnce çerçeveli bir gözlük takar, felsefe ve edebiyatla ilgilenir, bol bol Türk kahvesi içer, zaman buldukça kitap okur ve küçük yaşta kaybettiği babasından yadigâr olan köstekli saati yanından hiç ayırmazdı. ‘Zaman’ derdi, ‘Zübeyde, zaman bizi biz yapan asıl mefhum. Hayatın bitişlerine ve günlerin başlangıçlarına geçirilmiş bir eklem. Gülüşlerimiz, ağlayışlarımız, dünlerimiz ve yarınlarımız…’ Zübeyde bu sözlerden hiçbir şey anlamazdı. Hoş umurunda da olmazdı zaten. Zira Veysel’in kendisi bile umurunda değildi. Sadece ödev yaptıracağı, borç isteyeceği veya işi düştüğü zamanlarda uğrardı yanına. Veysel bunu bilirdi lakin bir insanın, hele ki sevdiği kızın kalbini kırmayacak kadar olgun bir adamdı. Hep yardım etti, her zaman destek oldu ve her dediğini yaptı. Ama bir sorun vardı. Veysel beş parasızdı. Üniversite giderlerini bile zor karşılar, sabahtan akşama kadar çalışıp eline geçirdiği üç kuruşu da kitap, kahve veya Zübeyde için aldığı hediyelere harcardı. Zübeyde ona yüz vermiyordu ama Veysel’in pes etmeye niyeti yoktu.
Yine bir gün işi düşmüştü Veysel’e Zübeyde’nin. Aradı ve sahilde her zaman oturduğu banka gelmesini söyledi. Veysel biliyordu o bankı. Hiç beraber oturmamışlardı o eski bankta ama Zübeyde hakkında her şeyi bilirdi. Hemen üstünü başını düzeltti. Kitaplarını yanına aldı ve krem rengi pantolonu ile yurttan çıktı. Koşar adım yürümeye başladı. İçinde bir umut belirmişti. ‘Acaba sonunda hislerime karşılık bulacak mıyım?’ diye düşündü. İçi içine sığmıyordu. Birden bir haftadır çiçek götürmediğini hatırladı. Hemen yol üstündeki bir çiçekçiye girip sarı ve kırmızı güllerden oluşan bir buketi kaptı. Son parası ile çiçeklerin ücretini ödedi ve hiç durmadan yoluna devam etmeye başladı. Gözleri sarı güllere takılmıştı. Aslında sarı gül ayrılık demekti. Karşısına bu buketin çıkmasının bir sebebi mi vardı? Kafası karışmıştı. ‘Yok canım, ne olacak? Zaten aşkıma bir karşılık bulamıyorum ki.’ diye söylenip nefes nefese yürümeye devam etti. Sonunda yetişmişti. Zübeyde yolun karşısındaki bankta arkası dönük olarak oturuyordu.
‘Zübeyde!’ diye seslendi Veysel. Zübeyde arkasını dönünce el salladı ama çiçek buketini görünce yüzü düşmüştü Zübeyde’nin. İçinden ‘Yine mi çiçek!’ diye söylenmeye başladı ve Veysel’e fırsat vermeden yolun karşısına geçti. Veysel elindeki buketi ona uzattı. Bir süre sessizlik hüküm sürdü. Sonra Veysel söze başladı:
‘Ne oldu Zübeyde, neden çağırdın beni?’
Zübeyde mızmız bir şekilde cevap verdi:
‘Biraz zor durumdayım. Kemal’in doğum günü. Gözüne girmek için güzel bir hediye almalıyım. Senden borç para isteyecektim.’ dedi. Veysel’in sinirleri bozulmuştu. ‘Yine mi o züppe!’ diye geçirdi içinden fakat bozuntuya vermeden devam etti.
Sana yardım etmeyi çok isterdim Zübeyde ama imtihanlar için birkaç kitap aldım. Son paramı da elindeki bukete verdim. Kusura bakma.’ dedi. Zübeyde’nin gözü fal taşı gibi açılmıştı. Sinirinden kulakları kızardı. Ve bağırıp çağırmaya başladı:
‘Sen, aptal kitapların ve bu saçma sapan çiçekler! Bıktım tamam mı? Bir daha bana çiçek falan alma!’ dedi ve buketi Veysel’in yüzüne savurdu. Veysel donakalmıştı. Zübeyde ellerinin arasından kayıp gidiyordu. Arkadaş olarak dahi olsa onunla konuşmayı, yanında olmayı seviyordu. Şimdi bunu da kaybedemezdi. Kendine geldiğinde Zübeyde karşı kaldırıma çoktan geçmişti. Hemen atıldı ve hızlı adımlarla yolu yarıladı. Ani bir fren sesi ve bir çığlıkla irkildi Zübeyde. Arkasına dönüp baktığında Veysel’in yolun ortasında kan revan içinde yattığını ve kanlarının sarı güllere bulaştığını gördü. Hemen Veysel’in başına koştu ama iş işten geçmişti. Yine bir aşk hikâyesi başlamadan bitmişti. Ama Zübeyde o an için bir insanın ölümüne, hem de kendisini sevdiği için ölmesine üzülmekten çok buna neden olduğu için korkuyordu.
…
Bir karga sesiyle irkildi Zübeyde. Hayallerden sıyrılmıştı ama gözbebekleri nehir pınarlarına dönmüştü. Boş yastığa dökülen damlalar karmaşık şekiller çizmişti. O an Veysel’in yanında olmasını o kadar çok istiyordu ki. ‘Keşke ona karşı böyle davranmayıp bir şans verseydim, bugün burada tek başıma kalmaz onun da ölümüne neden olmazdım. Şimdi anlıyorum ki yıllar sonra onun ölüsüne bile aşık oldum.’ diye söylendi.
Yüreği özlem ve kederle yanıyordu. Bir ‘ah’ çekti. Nasıl olmuştu da daha dün ne yediğini veya kaç yaşında olduğunu bile hatırlamazken yıllar sonra bile bunları hatırlayabiliyordu. Derisinin çekildiğini ve anlının terlediğini hissetti. O an kalbine şiddetli bir ağrı saplandı. Kalp krizi geçiriyordu. Biraz çırpındı. Fakat yaşlı bedenin dayanma gücü kalmamıştı. Birkaç dakika içinde son nefesini verdi ve kafası yanına doğru düştü. Ölü gözleri bahçedeki mezarlara doğru dikilmişti.