Şairin, meçhule giden gemisinin müstesna yolcusu idi şimdi ve yolun buradan sonrasında her daim... Omuzlarında yalnızlığın sökük hırkası, yollara düşmüştü işte. Düşmek adetindendir gönlün, yol dediğin nedir ki?
Hakikat heybesinde, katık nev’inden bir kalem ve bir de kâğıt… Dilinde, satırlara devşireceği birkaç tutam cümle...
Zamanın uçsuz ve bir o kadar bucaksız deryasında ağır ağır yol alıyordu. Bir kıyıda kıvrıldı dizleri. Kalem döküyordu yüreğindekileri satır satır...
Sevgili Dost;
Gözün gördüğü kadarsın yeryüzünde fakat gönül dediğinin haddi hududu yoktur. Bakacaksan gözle değil, gönülle bak ki dünyanı bileyim. Zira gönül gözünle bakmak dediğindir ömre muadil bedel.
Sevgili Dost;
Şimdi gözünü etrafında gezdir ve elini göğsünün soluna götür. Orada bir hane bulacaksın sana hayat veren. Ağzına geleni orada yıkamadan sakın akıtmayasın dil çeşmesinden. Bilirim kırılırsın elin söz bilmezinden. Ve dahi kırıldın ama kırmamaktır muradın zamanın her deminde, bilirim. Bak şimdi soluklandığın ağacın gölgesine ve soluk aldığın evrenin arzına. “Dallar kırılır senin gönlünü taklit için.”
Kâğıt ve kalemi heybesine koydu, hafif doğruldu zira yolu uzundu. Derin bir iç çektikten sonra yeniden yola koyuldu. Hasret ateşi vardı yüreğinde, kavuşmak aşını pişiren. Yol hasretti, hasret kavuşmak... Kavuşmak büyüktür kırk yıllık hasretten. Zihninde fırtınalar kasıp kavurma derdinde, yerle yeksan kavramının karşılığı ne ise onu ikram ediyordu ziyarete gelenlere. Mazi penceresinin önüne geldi. Etrafı şöyle bir seyre daldı. Çok severdi pencereleri. Çiçekleri vardı koklamaya kıyamadığı. İnsanlara uzatırdı o canım saksıları. O insanlara penceresindeki nadideleri verirdi. Çiçeği kalmadı bir gün penceresinde. Koklamak ümidiyle gitti insanların penceresine. Koklayamamak gelmemişti aklına. Çiçekti, saksıydı en fazla göreceği. Fakat insan bu, acımazdı ki. Acımazdı fakat acıtırdı. Sen ona çiçek verirdin de o sana çiçek toprağından tuğla yapardı, tuğladan da duvar örerdi. Bir süre yürüdü. Gidiyordu zira. Gelişini bekleyene, o gidiyordu. Hayat işte bu, dedi zaman denizinde. Kimine gidiş olan, gelendir kiminde. Dağlar, denizler ne varsa yol nev’inden olmayan, yol oluverir gelmesini bilene. Giden misin şimdi, yoksa gelen mi ? Yoksa öylece bekleyen mi? Ya gelmeli bu hayatta yahut gitmeli. “Zira beklemek” dedi “Bir yarayı sayıklamaktır.” Gün hafiften aşmaya başlamıştı. Yenice boy atmakta olan bir ağaç gövdesi buldu. Heybesini yastık yaptı, ona bağışlanacak bir gün daha olacağı ümidi ile tanrıya dua etti. Dizlerini karnına doğru çekti, müşfik ağacın gövdesinde ona bahşedilecek yeni güne dek huzurla gözlerini kapadı. Gözlerini açtığında gün hafiften yüzünü göstermişti. Bir gece önce dua ettiği tanrıya böyle bir lütuftan dolayı şimdiki zamanda teşekkür ediyordu. Ayağa kalktı. Güneşi kucakladı. Heybesini omuzladı. “Oturmak, yola hürmette kusurdur.” dedi. “Yol varsa şayet yolcu da muhakkak…”Gitti, geleceği yere kadar, öylece gitti.