1- Cumhuriyetin 75. yılında “Cumhuriyet’in 75 İz Bırakan Kadını ” arasında yer aldınız ve güçlü kaleminizle edebiyat dünyasında kendinize özgü bir yer edindiniz. Buket Uzuner olarak yazarlık yolculuğunuzun ilk adımları nasıl atıldı? Sizi bu serüvene yönlendiren en önemli dönüm noktaları nelerdir?
Hikâyenin içindeki parıldayan sihre, gerçeküstü ögelere ve hikâye edebilmeye hayranlığım çocukluğumda başladı diye bir giriş yapsam, hiç abartmış olmam. Çocukken, önce annemden sonra kitaplardan öğrendiğim kadarıyla yazarların, yazdıkları kadar heyecanlı ve maceralı hayatlar yaşayanlarına çok özenirdim. O yazarlar benim idollerimdi. Annemin Türk ve Dünya edebiyatına ilgisi ve hayranlığı, Halide Edip, Reşat Nuri, Halid Ziya ve Victor Hugo’ya hayranlığı, yetişkin romanlarını bana ve kardeşime çocukların anlayacağı şekilde özetlemesi, yazarlardan bahsederken yüzünde beliren hülyalı hayranlık… Bunların tümü ilk etkilenmelerim olabilir. Fakat sanırım en önemlisi benim de aynı şeylerden hoşlanmam ve saatlerce okuyup, yazmaktan zamanı ve mekânı, hatta ödevleri unutacak kadar o zamanlar adını koyamadan edebiyata ilgi duymam da kişilik özelliği olmalı. Derken, lisede kompozisyonları bazı yerel gazetelerde yayımlanan iddialı bir genç kız olmuştum. Şunu söylemeye çalışıyorum, lisedeyken ben artık yazarlığı kafama koymuş bir gençtim. Fakat bilime de hayrandım, zaten okullarda hep sayısal/fen bölümünde öğrenci oldum. Özellikle biyoloji, tabiat bilimleri, ekoloji, doğa, genetik ilgimi çekiyordu. Yani, sanıldığı gibi bilim insanı olduktan sonra yazarlığa heves etmiş ve bunun için bilimi terk etmiş değilim. Hatta 30 yaşıma kadar ikisini yan yana götürdüm diyebilirim: yani biyolog olarak kazandığım burslarla yüksek lisans çalışmalarımı yurt dışında sürdürürken Türkiye’deki edebiyat dergilerinde yayımlanan öykü ve gezi günlükleri yazıyordum. Fakat eğer Leonardo da Vinci kadar dâhi değilseniz (!) hayatta sevdiğiniz birkaç işte birden iyi olmanız olanaksız. Çünkü bir alanda iyi olabilmek için bir ömrü o konuya adamanız gerekir, hatta bir ömrün bile buna yettiği söylenemez. Tabii bir de cinsiyet etkeni var ki, ah ne var hem de! Çünkü ne kadar yetenekli ve gözü kara bir genç kadın olursanız olun, hemen tamamı erkeklerce yönetilen, düzenlenen ve kontrol edilen akademi, basın, yayıncılık ve sanat-edebiyat dünyasına, yani ‘kurtlar sofrasına’ (hele 1970’lerde) girerseniz, hatta bugün bile, canınızı mutlaka yakıyorlar. Psikolojik ve/veya fiziksel taciz, görmezden gelme ve küçümseme, erkekler arası dayanışmayla dışlanma hevesinizi kırıyor, enerjinizi ve yaşam sevincinizi yok ediyor. Ama zaten amaç da bu! Eğer yaptığınız işin iyi ve özgünlüğüne güveniyor, okumaya ve yazmaya devam ediyor yani vazgeçmiyor, biat etmiyor ve direniyorsanız, memleketin neredeyse tüm yayınevlerinden reddedilmiş olsanız bile sonunda başarırsınız. Benim yazarlık hikâyem böyledir ve bunu her alanda kendine güvenen kızlara örnek olsun diye daima tekrarlıyorum. Bu söyleşiyi okuyan gençlere önemli bir notum daha var. Sanmayın ki, kitaplarınız yayınlandıktan sonra mücadele bitiyor. Hayır, arkanızı bir kuruma, bir siyasi güce veya ‘önemli’ kişilere yaslamayı kabul etmeyecek kadar ahlakî değerleriniz varsa bu mücadele ölene dek sürüyor. Fakat zamanla sizi gören, sizi okuyan ve anlayan okurlarınız oluyor ve onlar da tavrınızın etik bir tercih olduğunu bilmenin keyfini sizinle paylaşıyor, size, sizin gibi insanlar destek veriyorlar. Tabii benim: “dünyadaki tek mucize gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır” sözündeki gibi bir şansım, 18 yaşlarımda yanına bir çırak gibi gittiğim Attila İlhan olmuştur.
2-Yazmaya yeni başladığınız Attila İlhan’lı edebiyat yıllarınızdan kısaca bahseder misiniz?
Elbette, edebiyatta ilk ustalarımdan biri olarak sık sık andığım, bana çok emeği geçmiş şair ve romancı Attila İlhan’dır. O, henüz ilk öykülerimi yazdığım on yedi yaşlarımda, iyi edebiyatçıların kendilerinin değil, başkalarının hikâyelerini anlatanlar olduğunu bana öğreten kişiydi. Buna bağlı olarak, yazarların daha çok doğuştan gözlemci, ayrıntıları görebilen ve empatisi güçlü insanlar arasından çıktığını da söylerdi. Bu konuda ‘yazar kumaşı’ olanlar ve olmayanlar diye bir kriteri vardı. Zaman içinde bu sözlerinin doğru olduğunu yaşayarak anladım. İlk öykülerimi okuduğunda: “Sen kendini değil, başka insanları anlatıyorsun. Sende yazar kumaşı var Çocuğum!” dediğini hiç unutmam. İşte o “başka insanlar” edebiyatın en önemli, en has ve güzel malzemesi, hamurudur. Elbette insan hikâyeleri birbirine benzediği kadar da özgündür ve edebiyatçılar aslında ne anlatırsa anlatsın kendi bakış açısından, kendi takıntılarıyla anlatır. Edebiyat bence, insanların kendilerini anlayabilmek için hikâye sanatını yaratarak ve aslında sözlü mitoloji geleneğinin yazılı formudur. İşte o nedenle o insanlar, yani karakterler hem başkasıdır hem de değildir. Çünkü her yazar, başkalarını kendi gözüyle görür. Böylece her karakterinde kendi bakış açısı, bir bakıma kendisi de vardır. Attila İlhan’ın editörlük yaptığı Bilgi Yayınevi’nin bürosunda Türk Edebiyatı’nın çok değerli ve önemli yazarlarıyla tanışmak ve erken yaşlardan başlayarak edebiyat dünyamızın içine girmek gibi bence önemli bir şansa kavuştum. Bir anlamda ustaların arasında büyüdüm
3- Başarılı bir yazar olmanın yanı sıra, ülkemizin ilk sırt çantalı gezgin kadınlarından biri olarak farklı coğrafyaları keşfettiniz ve bu deneyimlerinizi gezi yazılarıyla okuyucularınıza aktardınız. Yazar kimliğinizle, “Gezi Edebiyatı” alanında eserler vermek bilinçli bir tercih miydi? Seyahatlerinizin edebiyatınıza katkısı ne oldu?
Haklısınız, “Gezi Edebiyatı” bizde sanki edebiyat dışı, turistik yüzeysel bir anlatıymış gibi önemsiz görülse de dünyada edebiyatın derinlikli ve mikro tarihsel ciddi bir alanıdır. Cemal Süreya: “Bir edebiyatçı ne yazarsa yazsın o artık edebiyattır” demişti. Örneğin Goethe’nin 1786’da başladığı İtalya yolculuğunu anlattığı “İtalya Seyahati” kitabı, otobiyografik izler taşır ve yazarın gösterişli bir hayattan sade bir varoluşa uzanan kişisel dönüşümüne de tanıklık etmemizi sağlar, diye tanıtılır. Bizden en başta Evliya Çelebi pirimizin çağının öncüsü, o muhteşem “Seyahatnâme”si, Reşat Nuri Güntekin'in “Anadolu Notları” gerek üslubu gerek kişisel sesiyle, Azra Erhat’ın “Mavi Anadolu” ilk aklıma gelenler. Benim için de tıpkı onlar gibi seyahat etmek kadar onları yazmak bir tutku, bir yaşam tarzıdır; tıpkı edebiyat gibi. Türk edebiyatı için yeni sayılacak ve Batı’da “Solo Woman Traveller” dedikleri “Tek Gezen Kadın Gezgin” sayılmak kadar farklı kültür ve kıtalarda gördüklerini Türkçe düşünerek yazmak da bana şimdilik dört gezi kitabıyla nasip oldu.
Seyahat etmenin en büyük yararı anlamayı öğrenmektir ki, bu satın alınamayacak o büyük bilgilerden biridir. Örneğin, çok okuyan çok bilir ama çok bilen kişi eğer okuduğunu gerçekten anlamıyor, kavrayamıyorsa, o bilgiler, bir köşede bekleyen Wikipedia maddeleri olarak kalıyorlar. Örneğin savaşlar hakkındaki bilgiler bize ölenlerin acısını değil, sayısını verir. Oysa sosyal medyada gösteriş yapmak üzere turistik amaçla gezen bir kişi değilseniz, yani başka kültürleri, başka insanları, başka iklim, başka tabiat ve başka gelenekleri öğrenmek üzere seyahat eden biriyseniz sizin ötekileri anlama kapasiteniz gelişir, önyargılarınız azalır, kavrayışınız artar. İşte o zaman bilgiye gerçekten sahip olabiliyorsunuz. Bir şeyi anlayarak bilmek, insanın kendini geliştirmesine yol açmıyorsa, o sadece turizmdir, başkalarına para kazandırırsınız. O kadar. Tabii o da her şey gibi bir tercih konusudur.
4- Eserlerinizde hem geleneksel hem de modern temaların güçlü bir birlikteliği var. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Modern ve geleneksel unsurlar sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
Modern ve geleneksel olan her çağda değişen kavramlar; şimdi modern olan 30 yıl sonra eskiyecek ama her geçmişle bağlantılı olanın geleneksel değerlere eklenmeye layık olup olmayacağını bilmiyoruz. Bu biraz bugün yazılan romanların kaç tanesi ileride klasik edebiyatımıza kalacak gibi bir soru bu. Belki de biyolog olmanın dünyayı kavramakta kazandırdığı bir avantajla, insan denen canlının hikâyeden öğrenebilen, birçok hormon ve enzim tarafından kontrol edilen duygu ve reflekslerle hareket eden, bugün kendi yarattığı teknoloji ve bilim dışında, bedensel ve duygusal olarak çoğunlukla “ilkel” denen ilk insana çok benzediğini farkında olmak benim insandan beklentimi azaltıyor. Bu yüzden aslında bugün farklı biçim, tarz ve üsluplarda yaptıklarımız aslında yüzyıllar önceki kadın ve erkek atalarımızınkinden çok farklı olmadığını görebiliyorum. Üstüne tarihe de meraklıysanız, insanlığın (kendimizin) yıktığı, yaktığı, yok ettiği ve unuttuğu gelenekseli, içinde yaşadığımız çağın anlayışına göre yeniden inşa etmekten başka bir şey değil yaptığımız. Çiçero’ya atfedilen “Gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur.” Sözündeki gibi, gök kubbe altında yazılmamış hikâye de yoktur. Tıpkı mitoloji gibi, farklı dil, çağ ve kültürlerde yaratılmış olsa de özünde insanın da tüm canlılar gibi tabiatın efendisi değil, sadece ölümlü bir parçası olduğu fikri kuşaklar boyunca yeni eklemelerle yinelenir durur. Çünkü insan unutan, aslında unutmayı tercih eden, çünkü beyni en az enerji (karbonhidrat) harcamak üzere yaratılmış bir canlı. Hep azınlıkta kalan bir grup insansa her çağda bugün sanat, edebiyat, bilimle uğraşıp, didinerek hayatı daha iyi, yaşanılabilir kılmaya çalışır ki, aslında unuttuklarını hatırlasın, aynı hataları yinelemesin. Yani sorunuzun yanıtı şöyle: ben işte böyle düşünerek yazıyorum.
5-Kitaplarınızda derinlikli kadın karakterler dikkat çekiyor. Kadın hikayelerini işlerken nelere dikkat ediyorsunuz?
Ben kendimi kadın hikâyelerine öncelik veren bir yazar olarak kabul etmem. Evet, benim öykü ve romanlarımda ana karakterler çoğunlukla kadındır ama hikâyede tıpkı hayattaki gibi kadın, erkek, çocuk, tabiat ve insandışı canlılar mutlaka mevcuttur. İlk yazdıklarımdan beri en çok dikkat ettiğim ve çok önemsediğim şeylerden biri, yüzyıllardır sadece “asıl oğlan”a lâyık görülen kahramanlık, liderlik, rol modelliği ve maceracılığın benim kitaplarımda bunları çoktan hak etmiş “asıl kız” karaktere de verildiği doğrudur. Şöyle anlatırsam daha açık olur: Dünyaya bir kız çocuğu olarak geldiğinizde, ailenizdeki, çevrenizde, ülkenizde, dünyada hatta kitaplarda, filmlerde, sanat eserlerinde bile tüm kahramanların, güçlülerin, yönetenler, kralların, politikacılar, sultanların erkek olduğunu farkına varır ve dışlanmış, önemsiz ve yabancı hissedersiniz. Böylece kendi kitaplarınızda kadınlara hak ettikleri değeri vermeye başlarsınız, çünkü kadının da zeki, güçlü ve çok yetenekli insan olduğunu bilirsiniz. 1990’larda henüz ben de gençken ‘Kumral Ada- Mavi Tuna’ romanımın kadın kahramanı Ada ile ‘İki Yeşil Susamuru’nun kadın kahramanı Nilsu dikkat çekiyor ve seviliyordu. Hatta yüzlerce bebeğe Ada ve Nilsu adları kondu, 35 yıldır da konmaya devam ediliyor. Bana kitap fuarlarına isim annesi olduğum bebekleri getiriyor okurlar hâlâ. Defne Kaman’a gelince, ben onun Ada, Nilsu, ‘İstanbullular’ın karakteri Belgin, ‘Balık İzlerinin Sesi’nin karakteri Afife Piri ile zihinsel akraba olduğunu düşünüyorum. Defne Kaman, özellikle toplumların dayattığı uyum konusunda bizim dikkatimizi çeken bir karakter. Böylece romanları okurken hepimiz belki üzerine pek kafa yormadığımız uyum ve uyumsuzluğu düşünmeye başlıyoruz. Oysa bunu düşünmeliyiz. Çünkü uyumlu vatandaş, eş, öğrenci, öğretmen, işçi vbg olmamızdan yararlananlar uyum meselesini sorgulamamızı istemezler. Uyum ile başkalarının hakkına, hukuka saygılı davranmak ayrı konular, elbette. Oysa (feodalite, kölelik, kadın düşmanlığı, kapitalizm, sömürgecilik vbg insan yapımıdır ve sorgulanmalıdır. Benim yazı işlerimi etkilemiş ve tıpkı benim gibi mesleği biyolog olan ünlü kadın düşünür ve yazar Donna Haraway, “Marx esinli feminist feminist ampirisizm Marksizm’de işçiye verilen yeri kadına, Marksizm’deki kapitalizmin yerini de cinsiyetçiliğe verir.” der. Tarihte insanlığın daha özgür ve rahat yaşaması için çalışmış bilime ve demokrasiye katkı sunmuş hemen herkes uyumsuz denen düşünmeye, sorgulamaya cesaret eden uyumsuzlar arasından çıkmıştır.
6-Yazarlık kariyeriniz boyunca sizi en çok zorlayan veya dönüştüren bir kitabınız oldu mu? Hangi eserinizde kendinizi farklı bir açıdan tanıdınız?
Ben kendimle, toplumla ve dünyayla anlaşabilen biri değilim, çocukken de değildim, çoğunlukların uyduğu kurallar, normallik, değerler ve yasaklar, sansür, ayrımcılık beni daima rahatsız etmiştir. Yazmak, bu sorunları çözmeye çalışmak aslında. Doğal olarak yazdıklarım da bunlarla ilgili oluyor. O yüzden her kitabımda zorlanıyorum, zaten kolay yazabilen bir yazar olamadım hiç. Fakat sorunuzu “kendinize en yakın bulduğunuz romanınız hangisi?” diye sorarsanız, “Balık İzlerinin Sesi” derim. Eğer Türkiye gibi sorunları, haksızlıkları ve çileleri çok, tarih, siyaset ve mitolojisinin sanat ve edebiyatta çeşitli kullanılması engellerle karşılaşmış bir ülkede değil de bunların çoğunu çözmüş başka bir ülkede doğmuş bir yazar olsaydım, romanlarım “Balık İzlerinin Sesi“ gibi sürreal, gerçekte olmayan ülkelerde geçerdi, diye düşünürüm hep.
7-Tabiat Dörtlemesi’ni yazarken doğadan ve mitolojiden yoğun şekilde esinlendiğinizi biliyoruz. Bu süreçte sizi en çok etkileyen kaynaklar nelerdi? Okuyucularınıza doğa, mitoloji ve edebiyat üzerine derinleşmek için hangi eserleri veya kaynakları önerirsiniz?
Mitoloji için, tabiat âfetleri, iklim krizleriyle direkt ilişkileri olan sözlü hikâyeler, anonim edebiyat eserleri, denebilir. Mitolojiye ilgim böyle başladı. Ayrıca mitolojiden bütün sanat dalları bilerek veya bilmeden mutlaka etkileniyor. Çünkü mitoloji her milletin kendi anadilinde, kendi kültürüne ait sembollerle kendi korkularını, hayallerini anlatarak, binlerce yıl dilden dile taşıyan çok kıymetli bir aidiyet mirası, kültür hazinesi. Bu yüzden tıp bilimi hâlen Freud’ün kurmuş olduğu ‘psikomitoloji’den yararlanıyor. Psikomitoloji kısaca, her kültürün kendi mitolojisi o toplumun ruh durumunun aynasıdır, aidiyetidir denebilir. Edebiyat sanatı, aslında mitolojinin modern biçimidir. İlk felsefeciler, varlığın ve bilincin anlamını ilk sorgulayanlar mitleri kuran nine ve dedelerimizdi Buna karşılık biz maalesef dünyada belki de kendi mitolojisini bilmeyen tek milletiz. Mitolojisini bilmeyen, kendi kökünden kopan aidiyetsiz kültürler uzun yaşayamıyor, asimile olup, kayboluyor. Biz, mesela Yunan Mitolojisi’nden Hades’i biliyoruz ama kendi Erlik Han’ımızı bilmiyoruz. Pegasus’u tanıyoruz ama Tulpar’ı duymamışız. Tabiat ve doğum tanrıçası Artemis’i biliyoruz kendi Umay Ana’mızı bilmiyoruz. Neden kendi mitolojimiz bize öğretilmiyor ve bunun kime yararı var? Bunları ‘Tabiat Dörtlemesi’nde tartışıyoruz. Romanların sonunda konuyla ilgilenenler için okuma listeleri verdim. Örneğin Bilgin Saydam’ın “Deli Dumrul’un Bilinci”, Mitolojiden Alegoriye-Zühre İndirkaş- Ateşin Kültür Tarihi- Ahmet Uhri- Ateşin Kökenine Dair Mitler- James G. Frazer, Türk Mitolojisi Sözlüğü- Prof. İbrahim Dilek-Türk Dil Kurumu Yayınları, Kutadgu Bilig- Yusuf Has Hacib- Türkiye Türkçesine Çev: Reşat Rahmeti Arat- Kabalcı- 2008, Türklerin 2000 Yıllık Tarihi- Jean Paul Roux, Şaman: Doğanın Şifası Uyanınca- Timur B. Davletov, Kadın Kahramanın Yolculuğu- Maureen Murdock, Küçük Buzul Çağı- Brian Fagan, Ağaçlar- Herman Hesse, Ağaçlar- John Fowles, Walden- Henry David Thoreau.
8- Tüm zorluklara rağmen, iklim krizi, savaşlar ve ekonomik sorunların ötesinde, hayata ve dünyaya dair sizi umutlandıran ve heyecanlandıran ihtimaller neler? Geleceğe dair hangi ışıklar sizi motive ediyor?
Bu sorunuza edebiyatçı olarak yanıtım çok sevdiğim ve ustalarım saydığım, önemli kadın yazarlar Ursula Le Guin ve Margaret Atwood ile astro-biyolog Carl Sagan ve tarihçi Yuval Noah Harari’ninkine benziyor ve uyuyor. Bence, dünyada sadece tek bir uygarlık vardır o da “İnsan Uygarlığı”dır. Bu uygarlığı bize dikte edildiği gibi sadece erkekler kurmamıştır, çünkü bu ne fiziksel ne zihinsel ne de manevî olarak mümkündür. Fakat dünya binlerce yıldır sadece erkekler tarafından, eril ihtiyaçlar, eril değerler, eril estetik ve tamamen eril bakış açısıyla yönetilmektedir. Kadınlarla beraber çocuklar, hayvanlar, börtü böcek, toprak, su ve hava erkeklerin sanki malıymış gibi kabaca, sevgisiz ve saygısızca kullanılmaktadır. Bu bir çeşit türcülüktür ve türcülük de ırkçılık gibi kötüdür, insanlığa daima felaket getirmiştir. Artık bu sistemin çürüdüğünü görüyoruz. Yaşadığımız küresel felaketlerin nedeni işte çöken bu türcü eril sistemdir (adına kapitalizm, liberal ekonomi ne derseniz deyin, özü budur) Bunun değişmesi gerekiyor. Şu anda geldiğimiz duruma ve verilere bakarak, Homo sapiens’in (unutmayalım bu tanım dişi-insanı da kapsıyor) aç gözlülüğü nedeniyle dünya adlı gezegenin tüm tabiat kaynaklarını sadece kendi çıkarına kullanarak önce insan-dışı canlıları, daha sonra kendi türünü yok edeceği şeklinde yorumlayabilirim. İnsanın kendini dünyanın (tabiatın) efendisi sanarak oluşturduğu bencil tüketim sistemi sonucu yaşanan “İklim Değişikliği” felaketlerine bakarak bu teorinin hiç de fantastik bir kurgu olmadığı âşikar. Bunlara rağmen umutlu muyum? Evet, sizin ve benim gibi insanların sayısı hiç de az değil, eğer bizler dünyayı kurtaramazsak(!) gelecekte Homo sapiens’in evrileceği Homo cyborg’dan umutluyum.
9- 2025 yılı için sizi heyecanlandıran projeleriniz veya hayata geçirmeyi planladığınız çalışmalarınız var mı? Bu yıl edebiyat veya diğer alanlarda okuyucularınızı neler bekliyor?
“Ankara’nın En Güzel Mevsimi” adını verdiğim bir Ankara kitabı var elimde. Babamın kuşaklar boyu yerlisi olmakla büyük gurur duyduğu Ankara’yı semtler üzerinden anlatan otobiyografik bir monografi bu. Ayrıca Defne Kaman ve Umay Nine’yi seven okurların benden yıllardır çocukları için istedikleri EKO-MİTOLOJİK kitaplar var. Kendi mitolojimizi ve tabiatı çocuklara anlatan yerli kitaplara ihtiyaç olduğunu biliyorum. “Defne Kaman ve Sihirli Umay Ninesi” başlıklı bir diziye başladım. Bir de yıllardır elimde Timur Selçuk’un anısına ithaf ettiğim “Ayrılanlar İçin” adlı bir öykü kitabı var. Kitabı o yaşarken yetiştiremedim ama kendisine bahsetmiş olduğum için buruk da olsa mutluyum. Bir de zeytin ağacıyla ilgili kısa bir roman (novella) var elimde.
Güzel sorularınız için teşekkür ederim.