Yaşlı bir elin mor damarlarını andıran duvarın çatlakları, yaşanmışlık dolu tozlu merdivenler, genlerin aktarılmasıyla simalarını yüz senedir taşıyan, ismi dahi hatırlanmayan insanların özenle çerçeveli fotoğrafları…
Maddi olarak yaşanan hiçlik maneviyata işliyor. Gözün görmediğini duvarlar işitiyor, merdivenler yükünü taşıyor ve fotoğraflar hatırasına sahip çıkmak için mücadele veriyor.
Nereden geldiğini bilmeden nereye gideceğinin planını yapmakla meşgul, sönmeye mahkûm ruhların çabasını görüyorsun aynada. Günler birbirini kovalıyor, hava bir açıyor, güneş tutuluyor, ay bulutların arasında ışığını gizliyor, sabahın ilk vakti kuşların sesi ve daha nicesi. Süregelen bir döngünün içinde organların günden güne yiterken bir kayboluşun maddi varlığından bihaber yaşamayı yeğleriz çoğu zaman. Geçmişe sonsuz bir bağlılıkla, unutulmaya yüz tutmuş anlar için bilinçaltımızın sınırlarını zorlarız rüyalarda. Kendimiz kaybolana dek kaybetmeye korktuklarımızın birer yapay kopyasını isteriz. Bu çürük kopyalarla yas tutmak güçsüz bir tatminden ötesi olamaz, biz kayboluşun pençesinden kurtulamayız.
Harap olmuş evde ne hikâyelerin yattığını, hurda bir arabanın ne maceralara doğru yol aldığını merak ediyorsun ama her birinin sonu bir kayboluş... Anısını son hatırlayan kişi de hiçliğe karışınca, yaşanmamış olacak her biri. Harabe ve terk edilmiş yerlere duyduğun üzüntüyle karışık merak hissini her an hisseder oldun? Niçin?
Bugün senin günün… Doğum günün... Bir yaş daha eskittin bedeninde. Günden güne serpilirken sen, dünya önünde uzuyor. Çaprazlama gittiğin tüm bu uzayan yollarda kaybolmamak mümkün değilken aksi için çabalamanın da boşa olduğunu hiç ama hiç fark edemedin. Kaybolmayı da göze alsan … Yolda olmak… Bu da bir nimetti ama bunu idrak edemedin. Şimdi tüm giriş çıkışlar kapalı. Eğriler de düzler de önünde uzanmıyor. İpsiz ve de sapsız… Kayboldun. Bir kimliğin aidiyetsizliğini sahiplenmeye çalışmak, bir bedene sığamamak, maskeli baloları andıran mekânlarda kendine bir yer aramak… Neon tabelalar ardında, yirmilerinde bir yazın başında ilk gençliğinin hataları yüzünde gezinen bir rüzgâr şimdilerde. Tüm damarlarında dolaşan bir zehir gibi bu rüzgâr. Daha da kaybet yolunu! Kapıl rüzgâra!
Rüzgârın ılık nefesiyle bambaşka hayatların, hiç tanımadığın simaların geçmişlerini merak ediyorsun şimdi. Harabe evlerde, sürülmemiş tarlalarda, fotoğraf arkasına yazılmış güzel bir el yazısında, ölü birine ait hoş şarkılarla doldurulmuş kasetlerde kendinden bir parça aramak… Kayboluşun temeli de arayışlardan geliyordu oysa. Bir yol arayışı, kimlik arayışı, bir dost arayışı veyahut bir ev arayışı. Ama hiçbiri bizi kaybolmaktan kurtaramaz. Bu sonsuz ihtimalli, tek çıkışlı labirentte girilen her çıkmazın bir öğreti olduğunu idrak ettiğin takdirde çıkışı aramadan da hayatı sürdürebileceğini bu doğum gününde, tam da bir çıkmazda hissettiğinde anladın oysa. Bugün senin günün… Doğum günün…
Gece çöktü, bir ışıktan dünyaya gelip hayat ağacının dibinde bulundun. Sırf bu tarihi sevdiğin için doğum günün ilan ettin. Hayatın yalan. Doğrusu gerçeği bulmak için birtakım yalanların varlığı gerekliydi. Bu yadsınamaz bir gerçek (belki de yalan). Bizler kaybolmuş olsak dahi bulunduğumuz yerde aidiyet için çabalayan varlıklarız. Korkutucu bu çağın ortasında bir fotoğrafın rüyasından uyanmayı reddedip de uyumaya devam ederiz. Kaybolan, kaybolacak tüm anları yalandan tarihlerle yâd etmek… Belki de her şeyin birbirine bu denli bağlı olduğu bir evrende kendi kayboluşumuzu yaratıyor olmamız bildiğimiz pek çok şeyden daha mümkündür.