Mümkün mü sahi kaybolmak artık. Bir arama çubuğuna yazarak istediğimiz yere varmak, gittiğimiz her yerden geri dönmek öyle kolayken mümkün mü kayboluş? Üstelik en kestirme ve rahat yolu çabasızca öğrenebilirken, nereye, nasıl gideceğimiz söylenirken bize saniyeler içinde, her bilgiyi hap gibi yuttuğumuz bu çağda mümkün mü?
“Ya bulamazsam, kaybolur ve yetişemezsem?”
Geleceğimizi belirlediğini düşündüğümüz o büyük sınavların yapılacağı okullara birkaç gün önceden gider yerini öğrenirdik sınav günü adres arayıp geç kalmayalım diye. Ya da bir yerden evimize dönemediğimizde eşraftan birilerine sorar daha çok kaybolurduk. Yoldan geçen insanlarla ayaküstü yaptığımız sohbetler yanımıza kar kalırdı. Günün sonunda o eve mutlaka dönülürdü bir şekilde, o gün yeni şeyler keşfetmiş olarak. Belki vakit kaybederdik ama hayata daha çok temas ederdik. Ömürden giderdi biraz daha ama olmamız gereken yerde olmak için daha erken yola koyulurduk belki kaybolabilseydik biz.
“Aa buraya ne güzel bir yer açılmış, hadi girip bakalım.”
Kayboluşumuza bir şehrin sokaklarında rastlamıyoruz artık biz. Penceresi olmayan, tek odalı bir zihnin içinde kayboluyoruz. O tek bir oda varlığımızdan şüphe ettiriyor bize. Düşündüğümüz kadar yokuz da. Herkesin, her şeyi çok isterse, yürekten dilerse yapabileceğinin dayatıldığı bu zamanda başarılı olamadığımızda, kayboluşumuz gözlerinin içine bakabileceğimiz kadar yakınımıza geliyor. Herkes her şeyi çok isterse yapabiliyordu hani, benim niye isteklerim yerini bulmuyor? Ben yeteneksiz miyim yoksa yeterince mi istemedim? Her gün mutlu hayatlarını cümle aleme ilan eden şu insanlardan eksiğim ne benim, hayallerini nasıl isteyeceğini bilemeyen, aciz biri miyim ben?
“Manifestlemeyi öğrenmen lazım şekerim.”
Kaybolmuş kimdir? Olması gerektiği yerde olamayan, rahat ve güvendiği alandan ayrılmış, ait olduğu yerden kopmuş, koparılmış her şey kaybolmuş değil midir? Aradığını bulmak, ya da bulunmak aşina oldukları tarafından. Dünyaya gözlerimizi açtığımız ilk gün hepimizin ciyak ciyak ağlaması, kayboluşumuzdan ileri geliyor olmasın sakın? Belki de en başında kayıptık hepimiz, ömrümüz de bu yüzden kendimizi aramakla geçiyor.
Saklanmak gibi bir iradenin ürünü olması gerekmiyor ya kayboluşu tehlikeli yapan da bu. Kaybolmak çoğunlukla sen istemezken başına gelendir. Diğer türlüsü saklanmaktır. Çocukken oynadığımız oyunlar gibi olsa, ona kadar saysa biri, “Elma dersem çık, armut dersem çıkma!” dese. Yönerge olsa. Bir bilinmezin içinde, zaman kısıtı olmadan, nerde olduğumuzu, nereye gittiğimizi bilmediğimiz bir yerde, böyle kimsesiz bırakmasa bizi keşke. Teamüllerden gelen, zamanla oturmuş ortak kuralları da yok ki şu kayboluşun. Saklambaçta, en nihayetinde ortaya çıkmak, oyunu kazanmak için şarttır. Öyle ya da böyle bulunma garantili. Zaten buna güvenmese hangi çocuk böyle bir oyunu oynamaya cesaret edebilirdi ki? Ben asla oynamazdım şahsen. Sanırım saklanmak çocuklara özgüyken kayboluş biraz yetişkinlik meselesi. El yordamıyla, karanlıkta lambanın anahtarını arar gibi yaşamak gibi şu kayboluş. Şimdiye kadar çoktan öğrenmemiz gerekmez miydi bize lazım olanların yerini? Ya da gözümüzün çoktan karanlığa alışması.
“Ahh! Kafam, nerde şu ışık?”
Tedirgin ve diken üstünde hayatlar yaşarken bir çoğumuz, ya benim de ölümlerden ölüm beğeneceğimiz bir gün gelirse diye ürkekçe atarken her adımı, kayboluşumuz yanımızda yürüyor her gün. Bizimle beraber başını yastığa koyuyor, perdeleri bizimle beraber açıyor. Kayboluşumuz artık hem bireysel hem kolektif olarak tanıklık ettiğimiz bir şey. Tüm kökleriyle koca bir halk topyekün kayboluyoruz aynı zamanda kendi kafamızın içinde de kaybolurken. Yabanda, başka ülkelerde falan değil hiç, gayet de göz önünde kayboluyoruz. İstatistiklerin, grafiklerin, sayıların arasında kayboluyoruz. Biricik olmadığımız gerçeği bu yolla yüzümüze vurulurken kayboluyor geri kalanımız.
Kaybolmak kötü bir şey mi? İnsanın şu hayatta kendisiyle bile birkaç defa tanıştığı düşünülürse ömür denen bu uzun yolda kendini yeniden ve yeniden bulması gerektiği aşikar. Önce kayboluyorsun haliyle. Çoğaldıkça azalmak, yaşadıkça ölmek gibi... Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü olmamız gibi... Yana yakıla aradığımız bir şeyi birinin gelip “Elinde tutuyorsun ya!” demesiyle aslında kaybolmadığını fark etmemiz gibi.
Kayboluşumuzla ilgili en büyük temennim, zaten elimizde olan şeyler için bir kurtarıcı bekleme saçmalığını bırakmamızdır.