Akrobatlar gibi ben de bir ipin üzerinde yürüyordum. Onlar düşmemek üzere hedefe ulaşmaya çalışırken, benim yolum çelişkilerle doluydu ve görünürde bir sonu yoktu. Sisli bir yol, silik ve bulanık anılarla kaplıydı. Mesele yaşamak ya da hissetmek değildi; mesele anılarımın bilinçaltımda nereye yerleşmek istediğiydi.
Bu hayatı hiçbir zaman unutmak için yaşamadım. Yaşadığım her anın tecrübesini bir gün aleyhime kullanacağımı geç de olsa fark ettim. Bu anları -iyi ve kötü fark etmeksizin- süreç içerisinde mümkün olduğunca yazdım ama aynı zamanda ne olursa olsun zihnimin bir köşesinde saklı olduklarını ve yazmasam bile kendimi zorladığımda hatırlayacağımı düşünerek ilerliyordum. O güne kadar… Hafızamı canlı tutmak için yazdıklarımı karıştırmak istediğim rastgele bir gündü sadece. Dürüst olmak gerekirse, bazı eski tarihli sayfalarıma göz atmaktaydım. Hayır, bir şey aramıyordum çünkü dediğim gibi ben unutmam, zihnime güvenirim. Tabii ki bu düşünceler bir cümlenin gözüme çarpmasıyla kayboldu. Cümleyi okurken öfke ve kafa karışıklığı içinde olduğumun ve sorgulama eylemi içinde bulunduğumun farkındaydım. Çok rastgele bir zamanda içime düşen bu yoğun ve istenmeyen duygular nedeniyle o gün bir karar verdim: Bir daha yazmayacaktım. Çünkü derinlerde bir yerde sadece yazmakla kalmayıp, aynı zamanda eski sayfaları da istemsiz bir şekilde karıştırıp okumaya başladığımı ve bunların hiçbir anlam ifade etmediğini fark ettim ve kendimi bir kara deliğin içine çekiliyormuş gibi hissettim. Yıllardır kullandığım tekniği kökten değiştirdim ve yazma eylemini konuşmaya dönüştürdüm. Anılarımı birçok kişiyle paylaşarak, anlatarak zihnimde canlı tutmaya çalıştım. Uzun yıllar bu şekilde devam ettikten sonra, ani bir düşünce hayatıma ve benliğime aydınlanma getirdi ve kendime “Bu gerçek değil!” dedim. Hayatıma metaforik bir merceğin arkasından bakıyordum adeta. Dünyanın somut tezatlıkları, dünyamın soyut yapı taşları olmuştu. Anılarım, zihnimde sabit değildi. Kendime olan güvenim, kendimden şüphe duymaya dönüşmüştü. Hatırlamaya ve insanlara anlatmaya çalıştığım her anı sıfırlanıyor ve yeni bir anı yaratılıyordu. Bir anıyı ne kadar anlatırsam o kadar orijinalinden uzaklaştığımın farkına vardım. Ve tüm bunlar, yanımdaki birinin “Hayır, yanlış hatırlıyorsun” dediğinde zihnimde patladığını hissettiğim bir fişek sayesinde oldu. Hayır, söylediğim hiçbir şey yalan ya da uydurma değildi. Bir anıyı ne kadar düşünür ve anlatırsam kafamda farklı varyasyonları oluşuyor, yaşamadığım şeylere inanmaya başlıyordum sadece. Hem hatırlama hem de anlamlandırma çalışmalarım… Hiçbir anının yaşandığı andaki duygularla kalmadığını fark ettim.
Ruhsal olarak kaybolmuştum. Eğer ruhsal olarak kaybolduysanız, kısa bir süre içinde fiziksel olarak da kaybolursunuz. Çünkü her türlü duyguyu hissetmemizi sağlayan, ruhumuzu besleyen, anılardır. Ve ruh, bedeni canlı tutan unsurdur. Onları her haliyle kabul etmeyi ve olabildiğince kendime saklamayı denedim. En başından beri bu kadar gün yüzüne çıkmamalılardı zaten. Kabul ettim tüm ironikleriyle ve içimde tuttum dengeyi bulabileceğimi düşünerek. Yaşanılan andaki psikolojik ve sosyolojik koşulları yakaladığım bir zaman anlatırım belki tekrardan. Şimdiden sonuna ulaşmama çok zamanı olan bir yolun senaryosunda değişiklik yaparak gidişatı manipüle etmeyeyim.