Şehirde Bir Ruh

Yazar

Süveyda Güleç

14. Sayı

Diğer

“Eskidik” diye düşündü uzun kaldırımlar boyu ilerlerken. Bir yerden sonra bütün yollar birbirine benziyor. 

Parkın girişinde bulunan, melek heykelcikleri ile süslenmiş basık kemer beni tüm ihtişamıyla karşılamıştı. Yolun bittiğine şahitlik eden birkaç trafik lambası ise kırmızıyı gösteriyordu. Kemere biraz daha yakından bakmak için ışıkları ardımda bırakarak ilerledim. Kemerin sol ayağında yer alan komutan kıyafetleri içinde George Washington ve iki yanında Yunan tanrıları “Fame”-duyduğu önemli bir şeyi herkese duyurduğundan emin oluşuyla bilinir- ve “Valor”-savaşı ve değeri simgeler- eşlik ediyordu. Kemerin sağ ayağında ise dönemin takım elbisesi içinde George Washington, bu sefer iki yanında adalet ve bilgelik heykelleri durmasına rağmen tam karşıya bakıyordu. Usta bir heykeltraşın elinden çıktıklarına şüphe götürmeyen heykellerin rengi, kemerin renginden birkaç ton açıktı. Kemerin altından geçip parka girerken parkın ruhunun yüzüme çarptığını hissettim. Biraz ilerleyip durdum ve etrafıma bakındım. Uzun saçlarını rüzgarda savurarak kaykayını sol ayağından aldığı güçle ittirip daha da hızlanan bir çocuk yanımdan geçip arkadaşlarıyla birlikte kemere doğru ilerledi. Derin bir nefes aldım. Ciğerlerim; toz, duman, karbondioksit, yasemin kokulu bir parfüm, karmaşa, yoğun bir gürültü ve az miktarda oksijen ile doldu. İşte tam burasıydı her türlü imkansızlığın mümkün olduğu yer. Bunu anlamak niçin bu denli zordu? Gündüz ile gecenin farkı, uyku ile uyanıklık arası… Damarlarımda dolaşan heyecan nefes alışımı hızlandırdı. Meğer karmaşanın hastasıymışım ben. Düzensizliğin. Kalabalığın içinde yalnızlığın. Sesin ve de sessizliğin. Gündüzle aynı anda gecenin. Belki deliliğimden ya cahillikten ya da gençlikten. Belki de sevmekten, hem çok sevmekten.. İlk görüşte aşık olduğum şehir, her gün yeni bir bilinmezliğe uyandığım bu şehir… Yaşamaya değer, dedirtiyor. 

Baştan aşağı kırmızı giyinmiş, sanatçı olduğu her halinden belli 20’li yaşlarının başında, sarışın zayıf bir genç; yerdeki taşların üstünde oturmuş, önüne uzunca bir sıra halinde yaymış olduğu eserlerini sergiliyordu.

İlerledim. 

Aşkın ne olduğuyla ilgili park halkının nabzını tutan bir grup gencin, bir insan boyu uzunluğunda beyaz bir kağıt üzerine tasarladıkları pankarttaki yazılara yakından baktım. Bir şeyler yazmak isteyip istemediğimi soran rengarenk giyinmiş bir kızla muhabbet ettim. Bir anda elindeki mavi keçeli kalemi elime tutuşturup beni kağıtla baş başa bıraktı. “Love is…” hiç düşünmeden aklıma gelen ilk şey yazılmış mı diye kontrol ettim. Hayır yazılmamıştı. Mavi keçeliyi kağıda değdirdim. “Poetry”.  Hızımı alamayıp başka bir köşeye de “Art” yazıp kıza kalemi uzatarak teşekkür ettim. İçimdeki, bir bütünün parçası olmaktan ötürü duyduğum mutluluk ile yoluma devam ettim. Karmaşaya dahil olmak, herkese kucak açan bir topluluğa ait hissetmek… Artık park halkından biriydim. Kimliğimin bir parçası burada idi ve sonsuza dek burada kalacaktı. 

İlerledim. 

Siyah uzun saçları yüzüne çarpa çarpa dans eden zayıf bir kızı izledim. Yere serdiği beyaz kağıt parçası üstünde ordan oraya gidip geliyordu. Müzik olmamasına rağmen hareketleri uyum içindeydi. Gözlerini kapatmıştı, dış dünya ile bağlantısını kesmişti belli ki. Parkta ondan başka kimse yoktu. Şehirde ondan başka kimse yoktu. Dünyada ondan başka kimse yoktu. 

İlerledim. 

Kafasına parkın girişindeki kemerin minyatürünü geçirmiş, kendini baştan ayağı beyaza boyamış, mini beyaz bir elbise içindeki gencin önünde durdum veya o benim önümde durdu. Fark yoktu. Hareketsiz bekliyor ve birbirimize bakıyorduk. Ama onun gözleri kapalıydı. Birkaç dakika daha onun hareket etmesi için bekledikten sonra bu çabanın boşa olduğuna kanaat getirdim.

İlerledim. 

Arkalarını çalılık alana vermiş bir müzik grubu, bisikletinin ön kısmı havada giden çocuk, parkın ortasındaki koca havuzda serinlemeye çalışan gençler, gerçekten nasıl olduğumuzu merak eden bir grup arkadaş… 

İlerledim. 

Parkın ruhu ilerledikçe içime işledi.