Paris'te Olan Paris'te Kalmasın

Yazar

Zehra Ustaoğlu

12. Sayı

Gezi Yazıları

Selam :)

Şu an Paris yolundayım. Varmama 1 saat kadar bir zaman var. Kalan zamanımı bu yazıya ayırmaya karar verdim. Şimdiden belirtiyorum, bu aslında kendime yazacağım bir yazıydı; sonra dedim ki gezmek isteyenler için de belki (!) bir rota çıkar. Yani size bir profesyonellik vadetmiyorum. Çayınız kahveniz hazırsa başlıyorum.

İçimde Sharapova’yı ön koltukta izleyen Bülent Serttaş heyecanı var. Zihnimde sürekli “Midnight in Paris”i döndürüyorum (Güzel filmdi şimdi, hâlâ izlemediyseniz izleyin bence. IMDb’si 7.7).

Bunun dışında öyle kilise kilise gezmeye, görülecek 25 yerin 25’ini de görmeye niyetim yok. Kendi çapımda takılmayı planlıyorum. Meali sokak sokak gezeceğim.

Türk ve dünya edebiyatçılarının sıklıkla uğradığı kafeleri gezmek planlarımdan biri. Düşüncesi bile heyecan sebebi olmuştur hep benim için (Devrik cümleleri de beyin jimnastiği olarak düşünelim lütfen.). Mesela yazar burada ne düşünmüş, şair ne yazmış; yani aslında tam olarak aradığım: “Ne hissetmiş ve nasıl betimlemiş?” Aradığımı bulsam da muhtemelen bu yazıya yetişmez. Yetişse de belki kendime saklarım. Bakacağız artık.

Kafeleri araştırırken Hoca Tahsin Efendi isimli bir zatın “Paris’e git hey efendi akl u fikrin var ise / Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” dediğini de okudum; bu edebiyatçıların (Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim, Peyami Safa, Nedim Gürsel, Cahit Sıtkı Tarancı, tabii ki Nazım Hikmet vb.) Paris günlerinde hep jurnal* tuttuklarını, tutmayanların pişman olduklarını da.

*Jurnal, İtalyancası “giornale” veya Fransızcası “journal” olan “günlük, günce” sözcüğünden alıntı. Bizdeki manası ise daha çok ihbar anlamına gelmekte. Acaba neden?

“Türk Edebiyatında Paris” adlı bir kitap bile var. Sırf bu kente özel söylemlerin toplandığı bir kitap...

Hava 28 derece şu an, biraz hissettirdi de o yüzden belirtme gereği duydum. Yanlarından geçtiğim insanların konuşmalarını duyuyorum, muhteşem bir aksan! Her an Namika gibi: “Je ne parle pas français / Aber bitte red weiter” diye seslenebilirim.

Fransızca da öyle bir dil ki hani biraz zorlasam anlayacakmışım gibi de hissediyorum...

Sokak sokak geziyorum gerçekten. Bu durum bana Paris’in hakkını veriyormuşum gibi hissettiriyor. O tam anlamıyla minicik Fransız balkonlarını envaiçeşit çiçeklerle süslemiş olmaları çok tatlı. Etrafta hoş bir koku var; sanırım yasemin çiçekleri…

Lidl’ı Almanya'dan mütevellit tanıdık bulunca bir şeyler satın aldım oradan. Artık otele kadar “Parisian”lığımdan eser yok; Bim poşeti var elimde.

Bir sanat galerisine girdim. Eserler mükemmeller ama aynı zamanda korkutucular da. Konsept genel anlamda “daydream, disgrade, darkness” üzerine.

Görevli kız aşırı tatlıydı. Benim Fransızcam, onun da İngilizcesi olmadığı için hissikablelvuku ile anlaştık. Olsun ama insanın önce anlaşmaya niyeti olacak. Bana bir sürü sergi kartpostalı verdi. Umarım tekrar gelirim ve diğer sergileri de ziyaret edebilirim.

Sırada Café de Flore var. Paris’in en ünlü kafesiymiş. Adını Roma mitolojisindeki çiçek tanrıçası Flora’dan almış. En ünlü müdavimleri Picasso, Sartre ve Camus olarak geçiyor.

Çilekli tart ve soğuk kahve istedim. İtiraf etmeliyim, içtiğim en iyi soğuk kahveydi. Tart da bir o kadar iyi. “Kalite asla tesadüf değildir.” buraya en uygun motto olurdu herhalde. Kahve o kadar iyiydi ki her yudumu kutsayarak içtim denebilir (abarttt).

Neyse şimdi Şanzelize’ye gidiyorum. Emin değilim ama Türkiye’de bir kafe var sanırım aynı isimli, bu yüzden gözümde nargile içen bir kalabalık görüntüsü canlanıyor. Şimdi bu konuya bir update vereceğim inşallah.

İsminin yazılışı beni şaşırttı (Champs-Élysées), gerçi Şanzelize olduğunu da sanmıyordum herhalde.

Upuzun bir cadde ve Dior gibi yüksek kalibrede mağazalar var. Ünlü olduğunu hissettiğim kişiler korumayla geziyorlar. Üzülmeyin korumasız olanlar da var benim gibi...

An itibarıyla Ressamlar Tepesi’ndeyim. Tepe derken cidden tepeymiş burası. Tepecik falan değil.

Yukarıya ulaştığınızda Paris’i izlemek mümkün.

Golden hour zamanı... Her ölümlü şu kısıtlı ömründe en az bir defa Paris’te golden hour deneyimi yaşamalı.

Denizi yoksa da denizi olan bir şehir hissiyatı veriyor Paris. Geceleri de neredeyse her yer açık. Kaldığım otelin karşısında Hindistanlı bir adamın minik bir bakkalı var; o bile açık. Ben saat 23’te kısıtlama başlıyor sanıyordum fakat metrodaki görevli artık kısıtlama olmadığını söyledi :). Metroların kullanımı çok basit; otobüsler, yani en azından o an benim denk geldiklerim, çok temiz ve klimalı. 3 bölge için geçerli olan günlük bilet ise 10 Euro.

Akşam Eyfel’e gittim. Etraf bildiğiniz çayır çimen, kule görece büyük bir parkın tam ortasında kalıyor. Yerde aynı Sultanahmet’teki gibi küçük, ışıklı Paris figürleri satılıyor (Sultanahmet’te Paris figürleri satılıyor gibi bir cümle…).

Eyfel Kulesi’nin, Fransız Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Expo 1889 Paris Fuarı’nın giriş kapısı olması için inşa edildiğini biliyor muydunuz? Şimdilerde Paris’in simgesi olsa da bir zamanlar Paris’in görsel itibarını zedeleyebileceği dahi düşünülmüş...

Sen Nehri’nden bahsetmesem olmaz. Paris bu nehrin çevresine kurulmuş ve üzerine (tabii ki) farklı noktalarda 37 tane köprü inşa edilmiş.

Neyse, çok da teorik bilgi vermek istemem. Bir Google’ladığınızda hepsi çıkıyor zaten. Biraz daha ilginç bir şeyler arayanlar için Ekşi Sözlük’teki “seine nehri’nin gizemli kadını” başlığını önerebilirim.

 

15.06

Bugün otelden çıkış yaptım. Sorunsuz bir konaklamaydı. Biraz önce Louvre’a gittim ama maalesef kapalıydı. Şimdi ünlü mezarlığa doğru gidiyorum ama aklım hala Ressamlar Tepesi’nde... Sanırım en çok beğendiğim bölge orasıydı.

Ahmet Kaya’nın mezarının üzerine kendi adlarını yazanlar olmuş. Bir de bu temizlenmiş hali. Nasıl bir kafa Allah’ım. İnsan ne dese bilemiyor cidden.

“Gurbette akşam oldu yine rüzgâr peşindeyim.” Nur içinde yatsın...

Pasajları gezdim. Kahire Pasajı kapalıydı, içerde inşaat vardı sanırım. Cour du Commerce Saint-André, Grand Cerf ve Bourg l'Abbé en çok beğendiklerimdi. Paris’in 2. bölgesinde bulunuyorlar.

Yeniden Ressamlar Tepesi’ndeyim. Bir müzisyen, akordiyonuyla “La Vie En Rose” çalıyor... Tam hayal ettiğim gibi :).

Bir amcayla tanıştım ressamlardan; sevgilisi Türk’müş, kendisi Macar. Notre Dame Lisesinde beraber okumuşlar ama ayrıntılar çok havada kaldı. Malum dil problemleri...

Sonra bir şeyler yemek için Yunan restoranını anımsatan bir yere oturunca başka bir ressamla daha tanıştım. Portreni çizeyim dedi ve yok demeye kalmadan başladı çizmeye, neyse ben de ses çıkarmadım. Muhabbeti güzeldi o sebepten yani. Yoksa portre benden çok Dua Lipa’ya benziyordu... Çok kıpırdamışım da ondan böyle olmuş :D.

“Zamanında Mısırlı bir kızı çok beğendim, sonra gidip Mısır’da ziyaret ettim onu, ama orada bambaşka biriydi...” dedi. Dedim “Hocam olur öyle şeyler sen çok takılma…” Çok muzip ve aynı zamanda insan sarrafı bir beyefendiydi diyebilirim. Bunu hakkımda yaptığı yorumlardan çıkardım tabii ki.

Bu arada Paris’te her konu tek bir konuya bağlanıyor. Türkiye’de siyasete denk denebilir. Bir ara bunun psikolojik tahlilini yapsak hiç fena olmaz.

İlber Ortaylı’nın “Bir şehir nasıl gezilir?” önerilerini 7/7 tutturuyorum. Bunu belirtmeden geçemem. Bence de bir şehir aynen böyle gezilir, fazlası olabilir ama eksiği yok.

Şimdi bu yazıyı bana kalsa yüz kere daha düzenlerim ve siz de biliyorsunuz ki bunun bir sonu yok. O yüzden benden şimdilik bu kadar.

Son olarak gezdiğim yerleri de basitçe aşağıya sıralıyorum. À la prochaine!

- Galerie Arts Factory

- Café de Flore

- Père Lachaise Mezarlığı

- Champs-Élysées (Şanzelize) Caddesi

- Grand Cerf Pasajı

- Cour du Commerce Saint-André

- Montmartre (Ressamlar Tepesi)

- Sacré-Cœur Bazilikası

- Eyfel Kulesi

- Sen Nehri (Seine)